Büyük Patlamadan Sonra Bölüm 4.1 - Fernweh

Batı İmparatorluğu, Rivière d'Aube Bölgesi, Villemère Şehri

11:00 öö | 1725

Geniş bir koğuş havasındaki hastane odası, soluk beyaz duvarları ve zeminine yayılan soğuk, yeşilimsi ışıkla sessizliğe gömülmüş gibiydi.

Yan yana dizilmiş yatakların üstünde, hastalar düzensiz nefes alıp veriyorlardı.

Bazıları uykudayken bazıları yalnızca karanlığa bakıyordu.

Hafif bir antiseptik kokusu, eski duvarlara sinmiş, odanın havasına bir hastane kokusu katıyordu.

Kapı, hiç ses çıkarmadan yavaşça açıldı.

Ardından siyah pardösülü gizemli bir adam, gölgesini arkasında bırakıp odanın içine süzüldü.

Yavaş, ama kararlı adımlarla ilerlerken etrafına bakmadan, başını hafifçe öne eğmiş bir şekilde yoluna devam ediyordu.

Ayak sesleri neredeyse duyulmayacak kadar hafifti; zemine basışında belli belirsiz bir tıkırtı bırakıyordu.

Sıra sıra dizilmiş yatakları geçti, loş ışık altında, derin uykuda veya kendinden geçmiş gibi duran hastalara göz ucuyla bile bakmadan odanın sonundaki yatağa doğru ilerledi.

Odaya yayılan huzursuz bir enerjiyle, en sondaki yatağa ulaştığında durdu, bakışlarını ilk kez kaldırarak yatakta yatan hastaya dikti.

Bu noktada adamın, burada olması gerekenden daha fazla sır sakladığı açıktı; her adımında bıraktığı sessiz tehdit, tüm odayı kaplıyordu.

Gizemli bu kişi hastayı inceledi.

Hastanın yüzü, solgun ve yorgun bir griye bürünmüştü; alnında ince ter damlaları süzülüyordu. Gözaltları morarmış, dudakları kuruyup çatlamıştı. Bedeni, aldığı her nefeste sanki daha fazla eziliyormuş gibi titriyor; en ufak bir kıpırdanma bile etine işleyen bir sancıyı açığa çıkarıyordu.

Göz kapaklarını ağır ağır aralayarak başını çevirdi ve yanında dikilen gizemli adama baktı.

Bakışlarında hem çaresizlik hem de sorgulayan bir kırılganlık vardı, yavaşça yanına yaklaşan bu adamın varlığı, acısını aniden gölgede bırakmıştı.

Gizemli adam, hastanın üzerine eğilip elini yavaşça uzattı ve parmak uçlarını hafifçe hastanın alnına dokundurdu.

Teması neredeyse yok denecek kadar yumuşaktı, ama bu bile hastanın vücudundan ufak bir titremenin geçmesine yetti.

Adamın soğuk, ama sakin dokunuşu, sanki hastanın içindeki acıyı bir anlığına hafifletmiş gibiydi.

"Yolunu gözlediğin o uzak diyarlar… Belki de seni çoktan çağırıyorlar. Bazen insanın ruhu, bedeninin hiç gitmediği yerlerde kendine yuva bulur. Senin içindeki bu özlem, işte o yerlere ait. Onları tanımazsın, ama yine de bilirsin; bilmezsin, ama yine de özlersin. Belki de ruhunun kırık parçaları, o topraklarda buluşacak.

Gizemli adamın sözleriyle yatakta çaresizce yatan hastanın gözlerinde nefret dolu bir ifade belirdi.

Gözleri, acının ve umutsuzluğun birleştiği bir hüzünle parlıyor, yaşlar birer birer süzüldükçe, duygularının derinliği daha da belirginleşiyordu.

"Bu çağrıya kulak ver; çünkü orada seni bekleyen bir sır, keşfedilmemiş bir hikaye var. Bir gün, ayakların o toprağa bastığında, tüm bu özlem sessizliğe dönüşecek."

Gizemli adamın sözleri sona erdiğinde, yatakta çaresizce yatan hasta adamın vücudu birden titremeye başladı.

Derisi, sanki bir güç tarafından çekiliyormuş gibi gerilmeye ve yer yer şişmeye başlamıştı.

Hızla genişleyen damarlar, cildinin altından belirginleşip, parlak bir şekilde ışıldadı.

Her bir damarın içi, sanki patlamak üzereymiş gibi şişiyor, bir güç onları harekete geçiriyormuşçasına kıpırdıyorlardı.

Hasta adamın vücudu titremeye başlarken, cildi giderek yoğun bir ışıkla parıldadı.

Gözleri, damarlarına dolan karanlık güçle kanlanıp korkutucu bir kırmızıya büründü, bakışları keskinleşirken göz bebekleri titriyor, derin bir öfke ve acıyı yansıtıyordu.

Yatakta kıvranan adamın bu durumu karşısında gizemli adam sakin adımlarla arkasını dönüp kapıya doğru yürümeye başladı.

Kapıya vardığında, soğukkanlı bir ses tonuyla konuştu: “Yaşam dediğimiz şeyin ne kadar zalim olduğunu, her anında hissediyorsun..” dedi, sesi koğuşun boşluğunda yankılanarak. “Kendini bana kanıtla ve birlikte bu acı dolu dünyayı düzeltelim Lyubomir.”

Arkasına bakmadan kapıyı açıp dışarı çıkarken, geride kalan hasta adamın nefes alışları daha da yoğunlaştı.

Hasta adamın bedeni şiddetle titremeye devam ederken ağzından köpükler saçıldı.

Nefesi düzensizleşip derinleşiyor, bedenindeki her kas adeta ipleri kopmuş bir yay gibi geriliyordu.

Son bir titremeyle doğrulup yatağında dimdik oturdu, gözlerindeki kanlı parıltı ve yüzündeki acı dolu ifade ürkütücüydü.

Ardından, ani bir hızla doğrulup ayağa kalktı ve hastane koğuşunun loş ışığında, bir an için gölgeler arasında kayboldu.

Bu sırada, hastanenin dışında hayat tüm sıradanlığıyla akıp gidiyordu.

Hastanenin yanından geçen yolda, eski model arabalar ağır ağır ilerliyor, motor sesleri ve egzoz dumanları havaya karışıyordu.

Kaldırımda yürüyen birkaç kişi, ellerinde gazete veya paketler taşıyarak sohbet ediyor ya da aceleyle yollarına devam ediyordu.

Hiçbiri, birkaç metre ötelerinde patlamak üzere olan tehlikeden habersizdi.

Bir anda içeriden gelen patlama sesi, tüm bölgeyi derinden sarsarak yankılandı.

Hastanenin pencerelerinden dışarı taşan yoğun duman ve alev, binanın üst katlarını bir anda kavurdu.

Patlamanın etkisiyle kırılan camlar ve yıkılan tuğlalar, kaldırımdaki insanlara ve yoldan geçen arabalara doğru fırladı.

Patlama sesiyle birlikte hastane önünde aniden bir kaos patlak verdi.

İnsanlar ne olduğunu anlayamadan dehşetle sağa sola kaçışmaya başladılar.

Bağırışlar havayı doldurdu; korku dolu çığlıklar, üst üste binen seslerle yankılandı.

Bazıları panik içinde kaldırımdan koşarak uzaklaşmaya çalışırken, diğerleri şok içinde oldukları yere mıhlanmıştı.

Hastanenin üst katlarından hızla fırlayan tuğla ve beton parçaları, aşağıdaki insanlara doğru ölümcül bir hızla düşmeye başladı.

Büyük bir tuğla parçası, kaçamayan genç bir adamın başına çarpınca, adam olduğu yere yığıldı, gözlerindeki dehşet donup kalmıştı.

Birkaç metre ötede yaşlı bir kadın da aynı akıbete uğramıştı; omzuna sert bir tuğla parçası düşmüş, dengesini kaybederek yere yığılmıştı.

Etkisiz bir çabayla elini kaldırıp yardım beklercesine uzattı, ancak gözleri kararmaya başladı.

Kan, kaldırıma dökülürken insanların haykırışları artarak sürüyordu.

Patlamanın getirdiği yıkım ve ölüm sessizliği, geride panik ve korkuyla kaçışan bir kalabalık bıraktı.

Patlama sahnesi, bir anlık bir sessizlik ardından, yalnızca hayatta kalabilmek için kaçan insanların ayak sesleri ve korku dolu çığlıklarla yankılandı.

Patlamanın ardından, yoğun duman ve alevlerin arasında Lyubomir'in silueti belirdi.

Vücudu tanınmaz hâle gelmişti; kasları sertleşmiş, deri altındaki damarları şişerek koyu bir renkle belirginleşmişti.

Artık bir insan gibi görünmüyordu adeta ruhsuz bir ölüm makinesi gibiydi.

Gözleri donuk ve boş bakışlarla etrafına bakarken, etrafına yaydığı saf enerji havayı titretiyor, üzerine düşen parçalar bile bu yoğun güç karşısında geri çekiliyordu.

Lyubomir, işaret ve orta parmağını tabanca namlusu gibi ileriye uzatarak "Deux"u ateşlemeye hazırlandı.

Enerji ve koyu kırmızı kan, parmak uçlarında toplanmıştı ve şehir onun ölümcül hamlesini bekliyordu.

Tam parmaklarını ayırarak yıkımı serbest bırakacakken, beklenmedik bir hızla gelen bir siluet belirdi.

Bir anlık bir gölge hareketi, ardından keskin bir kılıç parıltısı...

Lyubomir'in kolu, bileğinden koparıldı.

Kan açık yaradan fışkırırken elinden gelen enerji dengesizce dağıldı ve patlama yerini yalnızca bir boşluğa bıraktı.

Elini kaybetmenin sarsıntısına rağmen, Lyubomir'in yüzünde hiçbir tepki yoktu; sadece boş, anlamsız gözlerle kesilmiş koluna baktı.

Şehir bu ani müdahale sayesinde yıkımdan kıl payı kurtulmuştu.

Lyubomir, bileğinden koparılmış koluna donuk gözlerle baktı.

Acı ya da şaşkınlık hissetmeden, sadece eksik uzvuna doğru kanayan boşluğu izledi.

Saniyeler sonra, saldırının geldiği yöne çevirdi başını; ama orada kimse yoktu.

Boşluk, sadece bir anlığına var olan bir gölge gibi sakin ve sessizdi.

Hafif bir hışırtı duyarak diğer tarafa döndüğünde, karşısında beliren figürü gördü.

Kısa boylu, kamburu çıkmış, yıpranmış bir beyaz pardösüye sarılmış bir adam duruyordu.

80'li yaşlarında, saçları kar beyazına dönmüş bu yaşlı adam, derin çizgilerle dolu yüzünde sakin bir ifadeyle ona bakıyordu.

Yaşlı adamın gözlerinde yılların getirdiği yorgunluk, ama aynı zamanda körelmeyen bir güç ve kararlılık vardı.

Lyubomir, karşısında duran bu yaşlı adamın olağanüstü bir tehdit taşıdığını seziyordu, fakat gözlerindeki donukluk hâlâ değişmemişti.

Lyubomir'in kopan bileğinden ise hafif bir buhar yükselmeye başlamıştı.

İlk önce kırık kemiğin uçları bir araya doğru kıvrıldı; ince, pürüzlü kemik parçaları adeta bir mıknatısla çekiliyormuş gibi birleşip kaynaşmaya başladı.

Kemiğin üzerini hızla saran kas lifleri, ince iplikler gibi uzayıp boşlukları kapattı.

Ardından tendonlar, kaslara bağlanarak kopan elin fonksiyonlarını geri getirecek şekilde titizlikle yerlerini buldu.

Saniyeler içinde kan damarları, sinirler ve ince dokular birbirine dolanarak elin anatomik yapısını yeniden oluşturuyordu.

Buharlar çıkarken, son olarak deri tabakası yenilenip Lyubomir'in elini eski hâline getirdi; sanki hiç kopmamış gibi.

Buharın içinde iyileşen elin hareket kabiliyetini test etmek istercesine parmaklarını bir an kıpırdatınca, güç dolu eli yeniden hazırdı.

Bir anlık sessizlikte, yaşlı adamın yanına aniden genç bir adam belirdi; sanki gölgelerin arasından sıyrılıp hiçlikten doğmuş gibiydi.

Üzerinde askeri tarzda koyu renk bir ceket giymiş, keskin bakışlarını Lyubomir’e dikmişti.

Siyah gözleri alaycı bir parıltıyla parlıyor, bir kaşını hafifçe kaldırarak yüzünde hafif bir gülümseme beliriyordu.

Sol kaşının üstünde ve sağ yanağında, elmacık kemiğine yakın birkaç küçük ben, yüzüne hafif ama dikkat çekici bir ifade katıyordu.

Genç adam Lyubomir’i süzerkenı bir gülümseme takınarak "Ohh, yüksek dereceli travmatik vaka demek." dedi.

Sesi çevresindeki gerilimle adeta alay edercesine rahattı.

Sanki karşısında bir ölüm makinesi değil de, ilgisini çeken ilginç bir fenomen duruyormuş gibiydi.

Genç adamın rahat tavırları yaşlı adamın sabrını taşırmıştı.

Bir anda, yaşlı adam elindeki kılıcın kabzasını hızla kaldırıp genç adamın karnına sert bir darbe indirdi.

Genç adam, bu beklenmedik darbeyle hafifçe sendeleyip ifadesini ciddileştirirken, yaşlı adam alçak bir sesle uyardı, "Şakanın sırası değil, Shin."

Adı Shin olan genç adam, acıyı hafif bir tebessümle bastırarak toparlandı ve başını eğip sessizce geri çekildi.

-Devam Edecek-

Novel Türk Discord'una Katıl
Bir hata mı var? Şimdi bildir! Novel Türk'e destek ol!
Yorumlar

Yorumlar