Bilinmezin İçinde Bölüm 30 - Gece Atıştırmalığı
llllllllllll
Y.N: Sayın okuyucularım, kitabımı yazdığım programda Kağan’ın iç düşünceleri için eğik yazı tipi kullanıyorum ancak siteye geçirirken teknik bir sorundan ötürü eğik çizgiler ve kalın yazılar gidiyor. Bu yüzden artık iç düşünceleri tırnak işareti içinde göstereceğim. İkinci cilde geçmeden önce geri dönüp önceki bölümleri de bu şekilde düzenleyeceğim. İyi okumalaar.
llllllllllll
Hepimizin at arabasından inmesi ile yaşlı adam arabayı yavaş yavaş geldiği yola çevirdi. O taraf bir ormana çıkıyordu ve en az birkaç kilometre boyunca aşağı uzanıp kıvrılıyordu.
Görünüşe göre bu köy anayoldan uzaktaydı. Eğer gece kalacak bir yere ihtiyacımız olmasa bizi yolda bırakması daha iyi olurdu.
“Garip.” dedi Zülfikar köye doğru bakarken.
Ben de dönüp baktığımda zifiri karanlığın altında seçilebilen çatıları gördüm. Köyün girişi gibi görünen bir açıklıkta iki binayı bağlayan bir koridor vardı. Aldığı şekil devasa bir kapıyı andırıyordu. Bu giriş gibi olan yerin duvarlarında fener benzeri ışıklandırmalar vardı ve mevcut tek ışık kaynağı bunlarmış gibi görünüyordu.. girişteki evlerin ışıkları sönüktü.
“Belki uyuyorlardır? Sonuçta kim uyurken ışıkları açık bırakır ki?” dedim sakin bir tonla.
“Hayır o değil..” dedi Zülfikar kaşlarını çatarken. “Ne bir kuş sesi, ne de sokak kedilerinin sesi var.. çok sessiz. Ve bekçiler de ortalıkta yok.”
Şimdi o deyince fark ettim. Burası gerçekten de çok sessizdi. Ormanın ortasında olan bir yerleşime uygun değildi.
“Çok uykum vaar.” dedi Firdevs yorgun yorgun gözlerini kırparken.
Firdevs’in omzunu sıvazladım. Ardından, “İçeri bi girelim de durumu anlarız.” dedim ve köyün girişine doğru ilerlemeye başladım.
Diğerleri de beni takip ederken birkaç dakikaya köprümsü yerin altından geçtik.
Artık köyün meydanı gibi görünen yer karşımızdaydı. Görünüşe göre Zülfikar haklıymış. Burası biraz daha gelişse kasaba olabilirmiş. Yapılar birbirine çok yakındı ve Bayırbaşı kasabasını andırıyordu.
Burada da meydan bomboştu. Tek ışık kaynağı pazar tezgahı gibi görünen yerlerin yanı başındaki fenerlerdi. Bu fenerlerin kaynağı neydi acaba. Bizim dünyamızdaki gibi balina yağı mı? Elektrik mi? Veyahut.. büyü mü?
“Zülfikar.”
O da etrafı ihtiyatlı bir şekilde izlerken, “Buyrun efendim.” diye yanıtladı.
“Eğer bu köyde çok önemli bir sorun olsa, şehirdekilerin veya kasabadakilerin ne kadar sürede haberi olurdu?”
Zülfikar birkaç saniye düşündü. “Burası bir köy olsa bile Akçamera şehri ile düzenli bir bağlantı halinde. Sevkiyatlar günlük olarak yapılıyor.. yani aynı gün içinde fark edilirdi.”
O açıklamasını yaparken etrafı izlemeye devam ediyordum. Etrafta çimen bitmemişti ve temizdi. Yerde pek pislik yoktu ve düzenli olarak temizleniyor gibiydi. Bu köyde bir sorun yaşanmış olsa etraf böyle temiz olmazdı.
“O zaman her şey yolunda gibi değil mi? Neden gidip kalacak yer bulmuyoruz?”
“Haklısınız efendim.. belki de sadece çok paranoyak davranıyorumdur.. son olaylardan sonra herkesten ve her şeyden şüphelenir oldum.” dedi başını sıvazlarken. “Biraz dinlenmek iyi gelebilir.”
Doğru. Adamın hayatında en çok yer kaplayan kişi ölmüştü ve onun suçlusunu bilmiyordu. Bu cinayetin ardındakini düşünürken tüm değer verdikleri dahil herkesten şüphelenmiş olmalı.
Onun da onaylaması ile ara sokaklarda ilerlemeye başladık. İlerlerken meydandan da çıkmıştık ve artık yan tarafta dizili olan evleri de görebilir olmuştuk. O sırada yanından geçtiğimiz bir evde ışıkların yandığını fark ettim. İçeride.. birileri hareket ediyordu.
“Bak.” dedim o tarafı gösterirken. Zülfikar döndü ve hareket eden gölgeyi görebildi. “Millet evinde takılıyor. Sadece gece olduğu için bu kadar sessiz olmalı.”
Zülfikar bu görüntü ile rahat bir nefes verdi. “Görünüşe göre öyle efendim.” sonra önüne döndü ve, “Sanırım han da şu olmalı.” diyerekten kafasıyla işaret etti.
Orada iki katlı, gecekondu mimarisinde bir ev vardı. Bacasındaki duman çıkıyordu. Ev normalden daha geniş duruyordu ve yan tarafında ahıra benzeyen minik bi bölmeye sahipti. Kapısı kapalıydı.
“Öyle görünüyor.” diye onayladım ve Firdevs’in omzunu sıvazladım. “Biraz daha dayan uykucu. Az sonra rahat yatağına uzanabileceksin.” dedim ve beraberce o tarafa doğru ilerlemeye başladık.
Aslında şu anki durumdan memnundum. Gecenin köründe gelen üç kişiyi görünce insanlar sorun çıkarabilirdi. Bizi kimsenin görmemesi ile bu dertten de kurtulmuş olduk. Şu anda tek yapmamız gereken bir oda ayarlayıp rahatça uyumak.
“Hey, bizi kapıdan çevirmeyeceklerine eminsin değil mi?” Zülfikar’a şüpheyle sordum.
“Endişelenmeyin efendim. Bu civarlarda benim Agata hanımın kahyası olduğumu bilmeyen yok. Ödemeyi sonra yapacağımızı söylediğimizde sorun çıkarmayacaklardır.”
“Hmm.. ya kabul etmezlerse?”
“O zaman.. gerekirse ceketimi satar yine ödemeyi yaparım efendim.” dedi ciddi bir ifade ile.
Onu süzdüm. Cübbesinin altındaki ceketin kumaşı parlak görünüyordu. Bu dönemin işçiliğine göre zor olmalı. Yani gerçekten pahalıdır.
Bu onayı ile rahatladım ve hanın kapısını aralayan Zülfikar’ın arkasından ilerledim.
*Zil Sesi*
Bizi karşılayan kapıda asılı ses ile içeri girdik.
‘Sonunda sırt ağrısı olmadan uzanabiliriz anasını satayım. Bana evimi özleten bir şey varsa o da budur.’
Kapıdan geçmem ile bomboş ve.. dağılmış masaların bizi karşıladığını gördüm. Duvarlardaki ışıklar yanıyor olsa ve yan tarafta şömine zayıf bir alevle çıtırdıyor olsa bile içeride kimse yoktu.
Devrilmiş masalar ve sandalyeler burada bir kavga çıkmış gibi gösteriyordu.
‘Bar kavgası mı olmuş?’
Devrilmemiş masaların üzerinde yemekler hala duruyordu. Bir masanın üzerinde pişmiş bir et gördüm. Hala taze görünüyordu.. yani kavga çok uzun zaman önce olmamış olmalıydı. Ancak neden hancı burayı düzenlememiş ki? Yoksa küçük bir köy diye mi umursamamış?
‘Taşralılar da adet bilmiyor yaw.’
Daha sonra tezgaha doğru ilerlemeye başladık.
Oraya vardığımızda Zülfikar tek kaşını kaldırıp etrafa baktı. “Hancı nerede?”
“Uyuyordur herhalde.” dedim yanına gelirken.
“Yine de kapının zilini duyunca gelmeliydi…”
Tezgaha vardığımda her nerdeyse bizi duysun diye hancıya bağırmaya hazırlandım.
Ancak ağzımı açmadan önce tezgahın arkasından gelen ‘Katur’ ‘Kutur’ sesleri duydum. Zeminden geliyordu. Kafamı uzatıp baktığımda.. sırtı bize dönük olan bir adamın yere eğilmiş olduğunu ve yerden bir şeyler alıp ağzına götürdüğünü fark ettim. Ağzına her götürüşünde ‘Katur’ ‘Kutur’ sesleri tekrar yankılanıyordu. Bir şey yiyor gibiydi. Ancak karanlıktan yediği şey seçilemiyordu.
“Hey kardeş.” diye seslendim ona doğru. O anda adam yemeyi bıraktı. “Afiyet olsun. Böldük kusura bakma.” Adam yavaş yavaş ayaklanmaya başladı. “Bu saatte yemek dokunur ama üstat.” dediğim sırada adam hala sırtı bize dönük duruyordu.
‘Bu niye bize dönmüyor lan? Yoksa gece atıştırırken yakalandı diye mi utanıyor?’
Adamı süzdüğümde bir atlet giydiğini fark ettim. Üzerinde yağ lekelerini andıran birçok leke vardı. Kirli birisi gibiydi. Ne şişmandı ne zayıf. Normal, yetişkin bir adam gibiydi. Kahverengi kısa saçları arkadan bakınca dağınık görünüyordu. Belki de uykusunun ortasında kalkıp yemeye gelmişti.
Zülfikar’a baktım. Yüzünde kaşlarını çatmış bir ifade olduğunu fark ettim. “Bayım?” diye seslendi ihtiyatlı bir ses ile.
O sırada, duvardaki fenerler rüzgarın esmesi ile ışıklarını dalgalandırdı ve yerde yediği şeyi bir anlığına görmemi sağladı.
‘HASİKTİR! İNSAN LAN BU!!!’
O sırada adam da sonunda bize doğru döndü!
Kor gibi yanan simsiyah gözlere sahip, ağzı yüzü kan içinde görünen bu adam öfkeli ifadesi ile bize bakıyordu!
Kafasının üzerindeki yazı direkt olarak dikkatimi çekti.
[Yozlaşmış İnsan Sv-2 (Kaos)]