Bilinmezin İçinde Bölüm 17 - Kaslılar da Kazanabilir

Bir saat kadar sonra, dükkanın kapısını zil sesi eşliğinde açıp çıktık. Şimdi üzerimde geniş, bol bir palto vardı. Kül siyahı tonu ile beni biraz depresif gösterse de, tek parça kumaştan oluşan bu kıyafeti daha kabul edilebilir gösteriyordu. Paltonun altında bir atlet gibi vücudumu saran başka bir kumaş kıyafet vardı. Onun rengi de koyu yeşildi. Altımda ise, önceki pantolonun ekleme yapılarak bollaştırılmış hali vardı.

Öncekine kıyasla en azından şimdi normal insan kıyafetlerim sahibim.

Tabii.. sıkı kaslarımı tüm seksiliği ile gösteren gömleğimi kaybetmem üzücü ama.. şey olsun ya. Burada insanlara soru sorarken birazcık normal birisi olabilirim.

Teyze yaptığı işten çok da memnun olmamıştı ama eve dönene kadar idare edeceğini söyledi. Bizi hala bir iş için buraya gelen tüccar ailenin çocukları sanıyor.

Firdevs de üzerini değişmişti. Yine tek parça bir elbise giyiyordu ama bu seferki öncekinden daha basit tarzdaydı. Açık yeşil tonda, püsküllü bir elbiseydi.. tabi en azından temizdi.

Önceki kıyafetlerimizi ise bir torbaya koyup bize vermişti.

Ah tabi yanlış anlamayın. Bu bir iyilik gösterisi değildi.

Kadın başta bizi bu halde salamayacağını söylemiş olsa bile günün sonunda ödemeyi sikke sikke aldı bizden..

Sikke dolu kesem, eskisine göre birazcık daha hafifti artık.

Bakışlarım refleks olarak platforma döndü. Oradaki hazırlık hala sürüyordu.. sanki tahtadan bir aleti tamamlıyorlar gibi görünüyordu. İnsanlar sürekli bir şeyler taşıyordu.

Sonra bakışlarım Firdevs’e düştü. Yüzü ve saçları da temizlendiği için eski tatlı ve güzel suratını geri kazanmıştı. Yüzünde mutlu bir ifade vardı. “Ee, teyze gayet tatlı birisiydi değil mi?”

“Haha evet abi. Bana kendi anne-annemi hatırlattı. O da böyle sevecendi. Ama ikide bir bize ‘çocuk’ demese daha iyi olabilirdi.”

“Neden şikayet ediyorsun? Ona göre senin baban bile çocuktur. Kadını görmedin mi? Dedeni bile akranıymış gibi anlatıyor.”

“Yine de çocuk olarak anılmak hoş değil.. büyüdüm ben artık.”

..bu konuya bir şey diyemedim.

Benim dünyamda 14 yaşında bir kız hala çocuktur. Ancak bu dünya için yetişkin kabul ediliyor olabilir. Sonuçta bizde de ortaçağ döneminde durum böyleydi.

Onun bu tatlı, sitem eden suratına bakarken gülümsedim.

Yine de benim yanımdayken hala küçük bir çocuk olacak.

Bana baktı. “Of niye gülüyorsun? Zaten sana karşı tavrı da çok saçmaydı. Senin neren çocuk ya? İzbandut gibi adamsın. Nereden baksan 30’un vardır senin.”

“..ben 19 yaşındayım.”

“NEH!?” şok olmuş gözlerle bana baktı. “Sen ciddi misin!? Nasıl 19 yaşındasın be!? Dev gibisiin!”

“..çok sıkı kaş çalışmış olmalıyım.. hafızamı kaybetmeden önce yani.”

“Abi sen.. bir barbar prensi misin yoksa?”

Hmm. Bu ‘barbar’ sözünü çok fazla duyuyorum.

“Kimmiş bu barbarlar?”

“Bilmiyor musuun!?.. ah dur sen hafızanı kaybetmiştin.” Bilmiş bir tavır takındı. “Öhm. Hemen anlatıyorum. Barbarlar, Duacıvar Topraklarının yerel halkıdır. Hiçbir krallığın yerleşmesine izin verilmeyen Duacıvar topraklarında, yaşayabilen tek gruplardır. Bunun sebebi krallık kurmamalarıdır. Sadece kabileler halinde yaşayıp kendi aralır-”

“Dur dur.” diye sözünü böldüm. “Bana tüm tarihlerini mi anlatmak istiyorsun? Sadece bir özet geç yeter.”

“Of ya. Tüm eğlencesini kaçırıyorsun.” diyip somurttu. Ancak anlatmaya devam etti. “Onlar her gün birbirleri ile güreşen kaslı erkekler işte.. sana benziyorlar. Ancak sen onlara göre bile daha kalıplısın.”

Aah, demek bu yüzden barbar sanılıyorum.

Hmm.. bu adamları merak ettim.

Bir gün onlarla da tanışmak isterim.

O sırada ilerlemeye devam ettim.

“Nereye gidiyoruz abi?” diye sordu Firdevs.

“Biraz bilgi edinmek için bir tavernaya falan gitmemiz gerek ama.. taverna dediğine gece gidilir!”

“Taverna mı? Hani şu hikayelerde insanların sürekli içip eğlendiği yerler mi?”

Onun bu sözleri ile bu dünyada tavernalar olduğunu doğruladım ve gülümsedim. “Evet! Onlar! Ancak şimdi bomboştur. O yüzden şimdilik.. etrafı gezmeye ne dersin? Sen de burayı hiç görmedin değil mi?”

“Olur!” dedi hevesle. “Kasabanın ortasından akan nehri görmek istiyorum!”

Onun hatırlatması ile gelirken gördüğüm o parlaklığı hatırladım. Yani gerçekten bir nehir vardı.

“E hadi gidelim bakalım.” dedim meydandan ayrılırken.

Kasabanın meydan dışındaki sokakları o kadar da geniş değildi. Akan insan kalabalığını zar zor tutuyordu. Buranın mimarisini ‘gerçek’ olarak yargılasam bile görünüşe göre içerik pek de öyle değil. Nasıl ki benim evimin oradaki restore edilmiş old town turistlere ev sahipliği yapıyorsa, burası da öyleydi. Sokaklar yerel halk yerine gezmeye gelenlerle doluydu.

Kadının bilgilendirmesi ile etrafa daha iyi bakabildim ve kuytuda köşede sinmiş olan, dilenen insanları seçebildim.

Buranın halkı kötü durumda gibi.. Akçamera Lordunu bu derece ileriye iten ne olmuş olabilir ki?

Neden şov yapmayı ve yükselmeyi bu kadar umursuyor?

Etraftaki mağazalara göz attım.. çoğu turizme yönelik gibiydi. Hediyelik eşya satan yerler ve yerel lezzetleri tadabileceğin yerler vardı.

“Abi! Şu şeyler çok güzel değil mi?” diye eliyle gösterdi Firdevs.

O tarafa baktığımda, bir hediyelikçinin girişinde asılı olan tahta figürleri gördüm. Elle oyulmuş gibilerdi ve çeşitli yaratıkların motiflerine sahiplerdi. Bu motiflerin bazılarını tanıyorken bazılarını tanımıyordum.. anlaşılan bu dünyaya özel yaratıklar.

“Sen bi lordun kızı değil misin? Zaten çok kaliteli şeyler görmedin mi?”

“Ama ben hiç böyle el yapımı şeyler görmedim ki! Varsa yoksa vazolar, tablolar.”

“..peki madem git bak hadi.” zaten etrafı gezmeyi planladığımızdan çok da fark etmezdi.

“Oleeey!” diyerekten heyecanla dükkana doğru atıldı. Onun bu meraklı halini yüzümde gülümsemeyle izledim. Benim hiç kardeşim olmadı. İnsanlar beni pek sevmediği için çocuklarını da yanıma yanaştırmazlardı. Yani, ilk defa böyle bir his yaşıyorum. Onun bu heyecanlı ve meraklı halini görmek içimi ısıttı.

Bu şekilde onu izlerken gözüm caddede ilerleyen birkaç kişiye takıldı. Ne turistler gibi giyinmişlerdi, ne de fakir yerel halk gibi. Üzerlerinde sanki cenazeye gidiyor gibi görünen kapkara kıyafetler vardı. Bu kişilerin ortasında ise kendilerinden farklı olarak sarı ile beyazın karışımı olan şatafatlı bir cübbe giyen kel bir adam vardı. Bu adam ellilerini devirmiş gibiydi. Yüzünde sanki ebediyetten beri orada duran somurtkan bir ifade vardı. Ela gözleri dalgın bir şekilde önüne doğru bakıyordu. Grup, meydana doğru ilerlemeye devam etti ve görüş açımdan çıktı.

O adam, sanki bir dinin müridi gibiydi. Üzerindeki kıyafetler filmlerdeki kilise görevlilerini andırıyordu.

Peder mi lan bu?

O tipler ile nereye gidiyor?

Garipti. Eğer o bir din görevlisi ise neden bu karamsar tipler ile ilerliyordu?

“Abii! Bak bu çok güzel değil mi?” diye bağırdı Firdevs.

O tarafa döndüğümde bana doğru koşarken elinde tahtadan bir oyma tuttuğunu gördüm. Bu oyma.. kaslarını sıkan bi adama ait gibiydi.

Bir dakika lan?

Sikkeler bende değil mi?

Bu kız bunu nasıl aldı?

O anda, “SENİ KÜÇÜK HIRSIZ! DUR ORADA!!” diye bağıran yaşlı bir adam, oymacı mağazasından dışarı fırladı!

“Gerçekten tam baş belasısın ha.” dedim akan nehrin yanında yürürken.

“Özür dilerim abi.. bunları hediye sandım..”

“Ya kim beleşe saatlerce bu şeyleri yapar?”

“Özür dilerim.. paralı olduğunu bilseydim verirdim..”

Yüzünde hüzünlü bir ifade vardı. Ağlayacak gibiydi.

Ah.. olamaz.

Derin bi nefes alıp verdim.

Sonra elimi uzattım ve başını okşadım.

Bir anda gelen bu hareket sonucu irkildi.

Sonra bana baktı.

“Onu demiyorum. Eğer çalacaksan ilk bana bi haber ver de ona göre hazırlık yapayım. Adam çıktığı gibi bağırıp bizi ele verdi. Bak şimdi sikkelerimizden olduk.” dedim artık daha hafif olan keseyi sallarken.

Bu sözlerim ile yüzündeki hüzün silindi ve hafif bi kahkaha attı.

Kucağında iki eli ile tuttuğu tahta oymaya baktım.

“Neden bu kaslı adam heykelini aldın?”

“Hehe. Sen seversin diye aldım abi! Aynı sana benziyor!”

Eliyle kaldırıp gösterdi. Bu, benim dönemime göre basit kalsa da bu döneme göre çok detaylı görünen bir oymaydı. Bir adam patlayacak gibi duran kaslarını sergiliyordu. Dükkan sahibine sorduğumuzda bunun geçen yıl Akçamera şehrinin arena karşılaşmalarında birinci olan kişinin oyması olduğunu söylemişti.

“Söylesene o bahsettiği arena karşılaşmaları ne?” dedim yanı başımdaki akan nehri izlerken.

Tertemiz bir su, içinde yüzen kayıklarla beraber akıyordu. Kasabanın iki tarafını bağlayan köprüler, görüntüye etkileyici bir sihir katıyordu. Köprülerin çevresine ve altına elle yapılmış gibi görünen çeşitli süsler asılmıştı. Nehir, hala günün ortasında olduğumuzdan tam potansiyelini ortaya çıkaramasa da etkileyiciliğini koruyordu. Akşam vakti daha bi romantik ve gezilesi olmalı.

“Yani ben de çok bilmiyorum. Babam böyle şeyleri çok anlatmazdı.. ama çalışanlara kulak misafiri olduğum kadarı ile güçlü insanların dövüştüğü bir eğlence imiş. Kazanan bi ödül de alıyormuş.. öyle yani.”

Ooo!

Kazananın ödül aldığı bi arena dövüşü mü!

Tahta oymaya baktım.

Böyle kaslı tipler kazanabiliyorsa ben de kazanabilirim!

Bir hata mı var? Şimdi bildir! Papara: 1733808570(Tıkla, Kopyala)
Yorumlar

Yorumlar

Novel Türk Yükleniyor