Isekai Boksör Bölüm 17 – Arslan ile Dövüşmek
Arslan’ın kılıcı havayı yararak Lucian’a doğru geldiğinde, Lucian hızlıca yana kayarak darbeden kurtuldu. Arenada bir anlık sessizlik oluştu, ardından seyirciler nefeslerini tutarak düellonun başlamasını izlemeye koyuldu.
Lucian’ın zihni berrak ve odaklanmıştı. Karşısındaki Arslan’ın ne kadar güçlü olduğunu biliyordu, ancak o da bu mücadeleye hazırlıklıydı.
Arslan bir adım geri çekilerek yeniden saldırıya geçti. Kılıcı bu sefer yere paralel olarak savurdu. Lucian, hızlı bir hamleyle yere eğilerek saldırıdan kaçındı ve bir yandan da Arslan’ın zırhındaki boşlukları gözlemledi. Lucian, rakibinin zayıf noktalarını bulmak için dikkatli davranıyordu.
İçinden mırıldandı: “Kılıcını her savurduğunda koltuk altın açıkta kalıyor, eğer o anı yakalayabilirsem...”
Arslan Lucian’ın üstüne hızla koştu ve çapraz bir kesişle kılıcını savurdu.
Lucian, fırsatı kaçırmadı: “Şimdi!” diyerek kılıcın soluna doğru kaydı ve işaret ile orta parmağını birleştirip, Arslan’ın koltukaltına soktu. Parmaklarından ateş büyüsünü serbest bıraktı. “Burn!”
Lucian’ın iki parmağının ucundan çıkan ateş, Arslan’ın koltuk altındaki zırh açıklığından içeri girerek tüm zırhının içine doldu ve Arslan’ı içeriden yaktı.
Ancak Arslan kahkahayla patladı. “HAHAHA! Sanırım biraz terledim,” diye alay etti, gözlerinde bir küçümseme. “Ufak bir ateş büyüsünün aura ile korunan vücuduma zarar vereceğini mi düşünüyorsun?”
Lucian gülümsedi, gözleri sinsi bir parlaklıkla doldu. “Belki. Ama bir ateş büyüsünü tek bir noktaya odaklamanın nasıl bir etki yaratacağını biliyor musun?”
Arslan homurdandı, sabrını kaybediyordu. “Büyü dersi için mi buradayım sanıyorsun?”
Lucian hafifçe başını salladı. “Isı yoğunlaşır ve artar... bir demiri genleştirecek kadar yüksek seviyelere çıkar.”
Arslan sinirle hırladı. “Saçmalıkların yetti!” Kılıcını daha güçlü bir hamleyle savurarak Lucian’a doğru koştu.
Lucian, içindeki heyecanı bastırarak hafifçe eğildi. “Diğer bir deyişle, o boktan zırhın artık benim için bir engel değil.”
Arslan tam kılıcını Lucian’ın üstüne doğru savuracakken hareketlerinde bir gariplik hissetti, sanki rahat hareket etmesi için zırhında olan boşluklar dolmuştu, bu yüzden hareketini istediği gibi yapamıyordu. Bu fırsattan yararlanan Lucian Arslan’ın içine kadar girdi ve tüm aurasını kaslarına aktararak güçlü bir vuruş yapmak için kendini hazırladı.
“UPPERCUT!”
Lucian, Arslan’ın çenesine devasa bir aparkat indirdi. Aparkat o kadar güçlüydü ki çıkan ses yüzünden tüm tezahüratlar kesildi, herkes bu yumruğun etkisiyle neye uğradığını şaşırdı.
Birisi şaşkınlıkla fısıldadı, “Bir insanın böyle bir yumruk atması mümkün mü?”
Diğerleri ise aynı şaşkınlıkla fısıldaştı, “Her şeyden önce o bir büyücü değil mi?”
Yüksek mevkiden sessizce izleyen Marki Arthur, gözlerini Lucian’dan ayırmadan düşünceli bir şekilde mırıldandı, “Ejderha avında olan şey... ve şimdi de bu...”
.
Arslan yediği yumruktan sonra ağzına gelen kanı tükürdü ve “Demek böyle oynamak istiyorsun ha?” dedi ve kılıcının kabzasını zırhının tam ortasına vurdu, birkaç saniye sonra demirin çatlama sesi duyuldu ve zırh paramparça oldu.
Arslan: “Gel bakalım şerefsiz.”
Lucian, sakin ama kararlı bir ifadeyle cevap verdi. “Eğer istiyorsan...” Sonra bacak kaslarına tüm aurasını yükleyerek hızla Arslan’ın etrafında dönmeye başladı. Ancak Arslan, onun hareketlerini hâlâ takip edebiliyordu
Lucian, içinden lanet okuyarak homurdandı, “Sikeyim, dördüncü seviye aura yıldızı olsam bile hâlâ ona denk değilim. Neyse ki Sensei’nin yaptığı gizleme büyüsü sayesinde Marki Arthur bile aura kullandığımı anlamıyor.”
Lucian hızını artırıp Arslan’ın çevresinde dönmeye devam ederken bir yandan da plan yapıyordu. “Öyleyse ateşi biraz daha harlayalım... ne dersin?”
“Hızlanma!” Lucian kendisine hızlanma büyüsü yaptı ve aura dolu bacak kaslarıyla bu büyüyü birleştirince kat kat hızlandı.
Arslan öfkeyle içinden “Bu çocuk gerçekten de bir büyücü mü?” diye geçirdi
Lucian hızını aşırı miktarda arttırarak Arslan’ın etrafında dönmeye başladı, Arlsan artık kolay kolay Lucian’ın hareketlerini takip edemiyordu.
“ŞİMDİ!” Lucian hızlı bir şekilde Arslan’a yumruk atıp yönünü değiştiriyor ve tekrar Arslan’ın görüş mesafesinden çıkana kadar etrafında dönmeye devam ediyordu, saldırıları git gide hızlanıyor ve Arslan’ın dikkatini daha fazla dağıtıyordu, bu sayede daha fazla saldırı yapabiliyordu.
Seyirciler homurdanarak, “Neler oluyor?” “Onu göremiyorum” “Yine de orada duran çocuğa bakın, ne kadar hızlı olsa da ona yaklaşamıyor.” Diye aralarında konuşuyorlardı
Lily, kalabalığın arasından dikkatle izliyordu. “Hayır, vücuduna dikkatlice bakın. Sürekli aynı yere saldırarak hasarı biriktirmeye çalışıyor,” diye mırıldandı.
Liliy’nin söylediği gibi, Lucian Arslan’ın ciğerlerine sabit bir şekilde yumruk indirmeye devam ediyordu. Arslan’ın vücudu ne kadar güçlü olursa olsun bir süre sonra biriken hasar ona zarar vermek zorundaydı. Bu; Boks, Muay Thai, Kickbox ve çoğu dövüş sporunda hızı yüksek ve refleksleri iyi olan her dövüşçünün kullandığı bir taktiktir.
Lucian tekrardan bir yumruk atmak için Arslan’a yaklaşmıştı ki bir anda yüzüne savrulan kılıcı son anda gördü ve kıl payıyla kaçtı.
Arslan homurdandı, gözleri Lucian’a dikili. “Bir korkak gibi dövüşmek, tam da bir büyücüye yakışır,” dedi küçümseyen bir sesle.
Arslan’ın aurası taşmaya ve yayılmaya başlıyordu, izleyen herkes ondan yayılan dehşet verici havayı hissedebiliyordu.
Lucian alnındaki teri sildi ve “Sikeyim, şu baskıya da bak! Sanırım o’nu kullanacak.”
Arslan öfkeyle bağırdı, “İSTEDİĞİN GİBİ OLSUN LUCİAN! OVERCLOCK!”
Lucian’ın gözleri şaşkınlık ve korku ile açıldı. Arslan’ın etrafındaki aura, adeta cehennemin alevleri gibi kırmızı bir renge bürünmüştü. Bu aura, sadece bir enerji değil, aynı zamanda bir tehdit unsuru olarak tüm arenayı sardı. Seyirciler, Arslan’dan yayılan bu dehşet verici gücün etkisiyle sessizleşti. Herkesin içinde bir ürperti dolaşıyordu.
Arslan’ın gözleri, ateşle yanıyormuş gibi parlıyordu. Vücudundan yayılan aura, onu adeta bir savaş tanrısına dönüştürmüştü. Her adımı, yere vurduğu her darbede çatlaklar oluşmasına neden oluyordu. Kılıcı artık sadece bir metal parçası değil, etrafında dolaşan kızıl enerjiyle çevrili ölümcül bir silaha dönüşmüştü. Kılıcını her hareket ettirdiğinde, havada keskin bir ıslık sesi duyuluyordu.
Seyircilerden biri, “Bu Kırmızı Kar Tanesi Hanesinin özel tekniği!” diye bağırdı. Başkaları da başlarını sallayarak onayladılar ve dikkatle izlemeye başladılar, hepsinin gözleri korkuyla Arslan’ın etrafında yayılan kırmızı ışığın parıltısına kilitlenmişti.
Arslan’ın bu yeni hali, sadece fiziksel gücünü değil, aynı zamanda zihinsel kararlılığını da yansıtıyordu. Arslan Lucian’ın gücünü kabul etmişti ve onunla savaşmanın ne kadar zor olacağını biliyordu, bu güç gösterisiyle Lucian’a meydan okuyordu. Arslan’ın kasları gerilmiş, damarları belirgin hale gelmişti ve yüzünde acımasız bir gülümseme vardı.
Lucian içinden, “Bu gerçek bir kabus gibi,” diye düşündü. Ama aynı zamanda, “Bu savaşı bitirmenin tek yolu bu canavarı yenmek.” diye kendine telkinde bulundu.
Lucian tekrardan hızlı bir şekilde hareket edip Arslan’ın etrafında dönmeye ve ona vurmaya başladı.
“Sikeyim, yumruklarım ona işlemiyor!” Lucian bir yumruk daha atmak için Arslan’ın dibine girdi ama Arslan onun gelişini çok rahat bir şekilde görmüştü, kılıcını onun geldiği yere doğru savurdu ve devasa bir patlamayla Lucian arenanın duvarına uçtu. Kılıcın savrulduğu yol ve Lucian’ın çarptığı duvar tamamen paramparça olmuştu, parçalanıp fırlayan taşlardan biri seyircilerden birinin kafasına gelmek üzereyken Lily bir kunai fırlatıp taşı havada parçaladı. Marki Arthur seyircilerin zarar görmesini engellemek için arenanın çevresini kendi aurasıyla sardı, böylece içerideki hiçbir şey dışarı çıkmayacaktı.
Arslan Lucian’a doğru yavaşça yürüyordu. “Marki Arthur gerçekten bir canavar, tüm arenayı aurasıyla kaplayabilmesi bile onun ne kadar yetenekli olduğunun bir kanıtı.”
Lucian’ın kafası kanıyordu ve kan öksürüyordu, her tarafı kir ve toz içerisindeydi. “Son anda kılıcın geleceği yeri görüp kalkanımı o noktaya odaklamasaydım şu an ölmüştüm, sikeyim bacaklarım hareket etmiyor!”
Arslan yavaşça Lucian’a yaklaşmaya devam ederken “Onun aksine oğlu senin gibi güçsüz biri, varisliği ve mirası gerçekten hak ettiğini mi düşünüyorsun?”
“Hareket et! Hareket et!”
Arslan’ın adımları yankılanarak Lucian’a yaklaştı. Arenadaki her nefes, her kalp atışı onun ağır, kararlı adımlarının yankısı altında eziliyordu. Arslan sonunda Lucian’ın önünde durdu. Görüntüsü adeta bir kabusu andırıyordu; gözleri cehennem alevleriyle yanıyormuş gibi parlıyordu ve vücudundan yayılan kırmızı aura etrafını sardı. Kasları gerilmiş, damarları belirgin hale gelmişti, ter ve kanla karışan toz zerreleri etrafında bir hale oluşturuyordu.
Arslan’ın yüzündeki acımasız gülümseme, düşmanının içinde büyüyen korkuyu ve umutsuzluğu hissetmekten aldığı keyfi yansıtıyordu. Etrafındaki aura, adeta ateşten bir zırh gibi parıldıyor, kılıcı ise bu enerjinin içinde parlayan ölümcül bir ışık demeti gibi duruyordu. Her nefesi, havayı titretiyor ve arenadaki gerilimi daha da artırıyordu.
Lucian, Arslan’ın devasa silüetinin altında küçücük kalmıştı. Kanlı yüzü, zorlukla hareket eden bedeni ve her şeye rağmen içinde taşıdığı mücadele azmi ile Arslan’ın gözlerine bakıyordu. Lucian’ın aurası bile Arslan’ın yanında soluk kalıyor, kırmızı ışığın altında neredeyse görünmez oluyordu. Arslan’ın duruşu, onun karşısında duracak cesareti olan herkese bir mesaj veriyordu: Karşısındaki düşman kim olursa olsun, onun gücüyle başa çıkamazdı.
Arslan, Lucian’ın gözlerinin içine baktı ve alaycı bir ses tonuyla konuştu: “Bitti. Bu kadar zayıf birisi, gerçekten varis olmayı hak ettiğini mi düşünüyor?”
“Sikeyim, lanet bacaklarım hareket etmiyor. Sadece kollarımı kullanırken bu canavar nasıl yeneceğim.”
Arslan Kılıcını havaya kaldırdı ve “Pes et ve bu işkenceyi bitir, yoksa seni öldüreceğim dedi.”
“Sikerler, bacaklarımı hareket ettiremiyorsam o zaman ben de…”
Arslan: “Sanırım bu bir elveda.”
“Lucian!” diye bağırdı.
Serenna, Marki Arthur’a endişeyle baktı ve “Baba! Bunu durdurmalısın, o pes etmeyecek!” dedi ama Marki Arthur sessizliğini korumaya ve izlemeye devam ediyordu, “Öl ya da öldür, bir Wintergate böyle yaşar. Bana neyin var göster Lucian.” Diye düşündü.
Arslan havaya kaldırdığı kılıcına tüm aurasını topladı ve güçlü bir şekilde aşağı indirirken “GEBER!” diye bağırdı, Lucian sol elini yere doğrulttu ve bir büyü yaptı, “Explosion!” .
Lucian büyünün etkisiyle sağ tarafa doğru fırladı, bu sayede Arslan’ın kılıcından kaçınabildi. Patlama büyüsü ve kılıcın darbesinden dolayı kalkan toz yüzünden göz gözü görmüyordu, herkes heyecanla tozun inmesini bekliyordu. Toz indiğinde ise gördükleri şey herkesi şoka uğratmıştı, Lucian’ın sol eli tamamen tanınmayacak haldeydi ve paramparça olmuştu.
“AAAAAAAAAAAAAH!” Lucian acı içinde bağırıyordu. “Sikeyim! Çok acıyor! Ama pes edemem!” Lucian sağ eliyle bir buz büyüsü yaptı ve parçalanmış elini dondurdu, bu sayede kan kaybından ölmeyecekti.
“Az önce kendi elini mi feda ettin? Yani ne olursa olsun, pes etmeyecek misin?” Dedi ve kafasını Lucian’a doğru döndürüp şeytani bir şekilde gülümsedi.
“Sikeyim, saldırıdan kaçmak için yaptığım büyü sol elime mal oldu. Patlama o kadar yakındı ki elimi kurtaramadım, keşke tüm auramı yumruğumda toplayıp şu orospu çocuğunun ağzında patlatsaydım…” diye düşünürken aklında bir fikir belirdi.
“Dur bir dakika!”