Büyük Patlamadan Sonra Bölüm 2.1 - Kızıl Gül Şehri

Kızıl Gül Şehri Babil…

Antik dünyanın kalbinde atan, insanlığın düşlerle yoğrulmuş başkenti.

Zamanın kendisi bile burada durup bir an soluklanmak isterdi.

Bir rüya gibi fısıldanır, bir efsane gibi anılırdı adı.

Her insanın içinde, bir gün o topraklara ayak basma arzusu yeşerirdi.

Sanki kaderin yazıldığı yer orasıydı —

ve oraya varan herkes,

zamanla olan bağını unuturdu.

Daha ilk adımda, burnuna dolan gül kokusu insanın içini sarar, ciğerlerine işler, yüreğini usulca çekerdi.

Bu koku başka hiçbir yerde yoktu.

Tatlı, zarif, neredeyse kutsal bir rayiha…

Sanki binlerce gül, şehrin kendisiyle birlikte nefes alıyor,

her sokak başında havayı bir dua gibi kutsuyordu.

Evler…

Alçak taş duvarlı, kiremit çatılı zarif yapılar.

Her biri doğayla konuşur gibiydi.

Pencerelerden sarkan güller,

kapı önlerinde serpilen menekşeler…

Rüzgârla salınan tüller ardında

birbirine fısıldayan insanlar,

sabah kahkahalarını akşama taşıyan çocuklar vardı.

Bahçeler ise bir başka âlemdi.

Kırmızı, beyaz, mor güllerle dolu topraklar,

yürüyen herkesin adımlarına sessizce eşlik ederdi.

Burada çiçeklere yalnızca bakılmazdı —

onlarla yaşanırdı.

Halk, güllere isim takar,

her sabah onları selamlayarak güne başlardı.

Sokaklar dar ama içten doluydu.

Her köşe başında bir ezgi yükselirdi.

İnsanlar şarkı söyler,

şarkıların arasında kuşlar süzülür,

güneşin altına kıvrılmış kediler mırıldanarak uyurdu.

Yoldan geçen biri selam vermeden geçemezdi.

Çocuklar kaldırım taşlarına tebeşirle hayaller çizer,

yaşlılar gölgede oturup gelen geçene dua ederdi.

Ve iki kutsal çeşme…

Biri batı meydanında, Azize Nell adına yükselirdi.

Merhametin simgesiydi.

Mermerinde zarafet, suyunda şefkat vardı.

Elini suyuna değdiren,

kalbinin sükûna kavuştuğunu hissederdi.

Diğeri doğuda,

çınarların gölgesine gizlenmiş Azize Eleanor'un çeşmesiydi.

Bir yıldızın gözyaşı gibi akardı suyu.

Sakinliğiyle zihinleri berraklaştırır,

bir rüya gibi içene rehberlik ederdi.

Şehrin bazı noktalarında, Azize Nell'in inancını yaşatan özel ibadet yapıları yükselirdi.

“Seraphim Salâları” denirdi bu kutsal yapılara —

kuş kanatlarına benzeyen yüksek kemerleri,

tavandan süzülen ışık huzmeleriyle adeta gökle konuşurdu.

İçeride yankılanan dualar, gül yaprakları gibi hafifti.

Her biri, Nell ailesinin şehre bıraktığı manevî izlerin taşıyıcısıydı.

Her biri, Babil’in kalbindeki huzurun sütunlarıydı.

Ve bu kutsal şehirde, 

Nell ailesinin sarayı tüm zarafetiyle yükselirdi.

“Florealis Sarayı” — altın işlemeli sütunlarla çevrili,

güllerle bezeli devasa mermer teraslara sahipti.

Sarayın çatısı güneş vurdukça inci gibi parlar,

duvarlarında çiçek desenleri yaşayan bir tablo gibi dans ederdi.

İçinde ise yalnızca hükümdarların değil,

kadim bilgelerin, şifacıların ve kehanet taşıyanların adımları yankılanırdı.

Bu saray, yalnızca dini bir yönetim merkezi değil;

bir inancın, bir tarihin ve halkla iç içe geçmiş kutsal bir soyun mirasıydı.

Tüm bu kutsal güzelliklerin tam kalbinde,

gül bahçeleriyle çevrili o saat yükselirdi.

Bugün 83 katlı devasa bir kuleydi — ama bir zamanlar, yalnızca bir mucizenin gölgesiydi.

Denir ki…

O topraklarda savaşın, suskunluğun ve yokluğun hüküm sürdüğü bir çağda,

bir kadın sessizce o çorak meydanın tam ortasında belirivermişti.

Güllerin bile solduğu o yıl,

Azize Nell'in ayak bastığı yer,

göğe uzanan ilk duaların doğduğu yer oldu.

O hiçbir şey söylememişti.

Ama elleriyle toprağa dokunmuş,

ve yeryüzü, bir nabız gibi atmaya başlamıştı.

İşte o anda,

sanki tanrı Ayla'nın kalbi bu toprağın derinliklerinde atıyormuşçasına,

yere gömülü taşlar çatlamış,

bir sütun yavaşça yükselmeye başlamıştı.

Ne bir inşaat ne bir kuleydi bu —

bir kalp atışıydı.

Zamana, göğe ve ruha işlenmiş ilk çan sesiydi.

İnsanlar önce korkmuştu.

Sonra dua etmeye başladılar.

Ve her yıl o günde,

göğe yükselen o yapının çevresinde toplanıp

Azize’nin gelişini kutlamaya başladılar.

Yıllar geçtikçe,

insan eliyle eklenen her yeni kat,

Azize’ye bir saygı sunumu,

İmparatorluğa bir adanmışlık göstergesiydi.

Zamanla 83 kata ulaştığında,

her bir çanı farklı tonda atan devasa bir saat olmuştu bu yapı.

Her yılın o tek özel gününde İmparatorluğun kurulduğu günde, 

o çanlar yeniden çalardı.

Ve her vuruşta şehir susardı.

Sanki evrenin kendisi durur,

Yüce Tanrı Uren’in kalbi,

bir kez daha Babil’in merkezinde atmaya başlardı.

İnsanlar ona bakarken dua eder,

gül bahçelerinde toplanır,

Azize Nell'in göğe karıştığı o anı hatırlarlardı.

Bu kule yalnızca bir zaman ölçüsü değil,

bir kutsallığın kalbinde atan kalp atışıydı artık.

Ve Babil’in taşları,

o günü her yıl yeniden hatırlatırdı:

Tanrı’nın kalbi burada atmaya başlamıştı.

Ve bu saat, yalnızca zamanı değil, insanlığın kaderini taşıyordu.

Ve bu düşsel diyarın ardındaki isim,

kıtanın batısına hükmeden,

“Yücelerin Yücesi” diye anılan Batı İmparatoru Atlas Grimaldi idi.

Babil, onun hayaliydi.

Ama belki de yalnızca onun değil —

güllerle yazılmış bir dualar kitabıydı bu şehir.

Kutsalın, insanın ve geçmişin bir arada attığı kalpti Babil.

Gri saçları, gümüşi bir ışıltıyla taçlandırılmış, sabah rüzgârında ağır ağır dalgalanıyordu.

Gözleri ise sıcak kehribar taşlarını andırıyor;

içinde hem geçmişin ihtişamı hem de savaşların yankısı parlıyordu.

Zengin bir altın sarısı tondaydılar ama yorgundu o bakışlar..

Uzun boyu ve yapılı vücudu,

yılların yükünü taşımakla birlikte,

sırtına yalnızca imparatorluğun değil,

kutsal dünyanın da sorumluluğunu yüklemişti. 

Genç görünümüne rağmen 42 yaşındaydı.

Ve hâlâ dünyanın en güçlüsü olarak bilinirdi.

Onun adı, düşmanları için bir korku, halkı içinse gökyüzünün güneşiydi.

Bazı sabahlar, sarayın güney kulesindeki büyük balkona çıkardı.

Burası yalnızca imparatorluk ailesine aitti 

ve özel günlerde kutlamalar için kullanılırdı.

Ama Atlas Grimaldi, o balkona sabah yalnızlığında çıkar, sessizce kahvesini yudumlarken

karşısına serilen Babil manzarasını seyrederdi.

Gül bahçeleri, ezgiyle dolu sokaklar,

bir yıldız gibi yükselen 83 katlı saat…

Her biri onun elleriyle kurduğu bu rüyaya aitti.

Ama son zamanlarda bu rüyanın içinde çatlaklar oluşmuştu.

Saldırılar...

Bilinmeyen düşmanlar…

Ve tanrıların adını fısıldayan eski kehanetler.

Bu sabah, şehir alışıldık huzuruna kavuşmuş gibiydi.

Ama onun içi hâlâ dağınıktı.

Gözleri, fincanındaki son kahve damlasında geçmişi ararken,

birden sarayın ağır kapılarından biri tıklatıldı.

Tek bir dokunuşla gelen bu ses,

huzur dolu anı, çatlatarak parçaladı.

Atlas bakışlarını manzaradan ayırmadan seslendi:

“Gir.”

Kapı ağır ağır aralandı.

Sessizliğin içine düşen o yumuşak adımların sahibi, henüz yirmi bir gün önce on sekiz yaşına basmış, İmparator’un tek kızıydı: Elena Grimaldi.

“Baba!”

“Hoş geldin, Elena.”

Babasına tıpatıp benzeyen genç prensesin güzelliği, bir tablo gibi canlı ve zarifti.

Uzun gri saçları güneş ışığında parlayan gümüş teller gibi dalgalanıyor, gözleri, sıcak kehribar taşlarını andırıyor; içinde hem kırılgan bir nezaket hem de içgüdüsel bir bilgelik parıldıyordu.

Çenesinde annesinden miras o nazik kavis dudaklarında babasından kalan kararlı çizgi vardı.

Ama asıl dikkat çeken, o yaşta bir genç kızın taşıdığı içsel güçtü.

Zamanla yarışır gibi gelişen bedeninin içinde, her geçen gün daha da parlayan bir ruh enerjisi gizliydi. 

O, imparatorluğun gelecekteki varisiydi…

Ve bu rol, onun omuzlarında şimdiden kendini hissettiriyordu.

“Baba, sabah antrenmanlarımı bitirdim!” dedi heyecanla.

Nefesinde hâlâ kılıçların kıvılcımı, alnında ise ter yerine onurun parıltısı vardı.

İmparator Atlas, kızının gözlerine gururla baktı.

“Elena… her geçen gün daha da güçlendiğini hissedebiliyorum. Ruh enerjin... bir çocukta değil, sanki bir liderde yankılanıyor artık. Aferin, güzel kızım benim. Peki söyle bakalım — buraya neden geldin?”

“Son günlerde moralinin bozuk olduğunu fark ettim.” dedi Elena, hafifçe gözlerini kaçırarak.

“Evet...” diye mırıldandı Atlas. “Şu sıralar biraz kötü…”

Elena derin bir nefes aldı.

“Eğer sakıncası yoksa baba... masana katılabilir miyim? Belki biraz rahatlarsın.”

“Neden olmasın?” dedi Atlas, sesini yumuşatarak.

Avuç içiyle masanın karşısındaki sandalyeye nazikçe işaret etti.

“Gel otur.”

Elena adımlarını ağır ağır attı.

İmparatorun masasının karşısına geçti ve oturdu.

Babasının gözlerinin içine uzun uzun bakarken, içinde yıllardır susmuş bir soruyu usulca dile getirdi.

“Baba…”

“Efendim, güzel kızım?”

“Gerçekten bu sandalyeye oturmamda... bir sakınca yok mu?”

Atlas başını hafifçe yana eğdi.

“Ne demek istiyorsun?”

Elena, hüzünle gözlerini yere indirdi.

“Sonuçta... hep annemin oturduğu yer olduğunu söylüyorsun. Bu yüzden iyi hissetmiyorum burada.”

İmparator sessizleşti.

Bir anlığına zaman donmuş gibiydi.

Sonra sesindeki babaca sıcaklıkla konuştu:

“Sorun değil,” dedi, kelimelerini bir kucak gibi sararak.

“Burası senin de yerin, Elena.”

Gözlerinin içinden çıkan o sevgi dolu gülümseme, prensesin içine huzur gibi doldu.

Başını hafifçe eğdi Elena.

“Anladım…”

Gözlerinde, annesini özleyen bir çocuğun hüznüyle, geleceğe yürümeye kararlı bir savaşçının cesareti bir aradaydı.

Atlas, konuşmayı hafifletmek istercesine sordu:

“Derslerin ne durumda Elena?”

Elena başını kaldırıp gülümsedi.

“Gayet iyi baba. Her şey yolunda gidiyor.”

İmparator gülümsedi, gözlerindeki bulut bir nebze dağılmıştı.

“Aferin. Bir yaramazlığın yok değil mi?”

“Hiç merak etme baba,” dedi Elena güvenle.

“Sorumluluklarımın farkındayım. Hem de fazlasıyla.”

“Güzel.”

O an, prenses masasındaki fincana uzandı.

Atlas’ın kendisi için hazırladığı kahveden bir yudum aldı.

Kokusu tanıdıktı — çocukluğundan beri eksilmeyen o gül suyu aroması, hiç göremediği annesinin hatırasıydı.

Bir an sessizlik oldu.

Gül bahçelerinin ötesinden rüzgâr, sarayın balkonuna usulca dokundu.

“Baba…” dedi Elena, fincanı yavaşça yerine bırakırken.

“Yarın Birleşmiş Devletler Birliği toplantısına gidiyorsun, değil mi?”

Atlas gözlerini manzaraya çevirdi.

Gözlerinde uzak kıtaların haritası, geleceğin belirsizliği vardı.

“Evet. Ve bu yılki toplantı... diğerlerinden biraz farklı olacak.”

“Imm, şey…”

Atlas fincanını hafifçe masaya bıraktı. Göz ucuyla kızına baktı. “Söyle bakalım, ne istiyorsun?”

“Yarınki acil toplantıya seninle gelmek istiyorum,” dedi Elena, dudaklarını hafifçe ısırarak. Gözleri babasınınkine kilitlenmişti ama sesinde ince bir çekingenlik vardı.

Atlas kaşlarını kaldırdı. “Nereden çıktı şimdi bu?”

“Merak ediyorum…” Elena bakışlarını kaçırmadan devam etti. “Sonuçta tahta ben geçeceğim. Bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilmem gerek, değil mi?”

Atlas, oturduğu yerden hafifçe geriye yaslandı. Fincanını tekrar eline alıp boş bakışlarla pencereden dışarı süzüldü. “Bu konular hakkında sana bilgi veriliyor zaten.”

“Biliyorum,” dedi Elena daha sessiz ama ısrarcı bir tonda. “Ama kitaplardan öğrenmekle, orada bulunmak aynı şey değil. Görerek öğrenmek istiyorum. Gerçek yüzleri… konuşmaların arasındaki boşlukları… her şeyi.”

Kısa bir sessizlik oldu. Elena, masanın kenarına parmak uçlarıyla dokunurken gözlerini yere indirdi.

“Lütfen, babacığım…”

Atlas, başını hafifçe yana eğdi ve kızının yüzüne baktı. Gözlerindeki çekingenlik, aslında bir çocuğun değil, artık büyüyen bir varisin ciddiyetiydi. Gülümsemedi. Ama gözleri yumuşadı.

“İyi, peki. Gelebilirsin.”

Elena’nın yüzünde kısa ama derin bir sevinç parladı. “Teşekkür ederim baba!”

Tam o anda, kapıdan üç tok vuruş yankılandı.

Tak. Tak. Tak.

Atlas fincanı sessizce tabağa bırakıp gözlerini kapıya çevirdi.

“Gir.”

Kapı yavaşça açıldığında içeriye, imparatorluk ailesinin muhafızlarının başı ve Atlas’ın sağ kolu İvan Eriat girdi. Uzun boylu, yapılı vücudu ve kararlı adımlarıyla odaya sessizce girip tam ortaya geldi. Duruşu netti, sesi doğrudan ve kararlı:

“Majesteleri, emriniz üzerine İçişleri Bakanı ile Ruh Silahları Bakanlığı’ndan toplam altı kişi tutuklandı. Şu an hepsi hücrede.”

Atlas başını azıcık eğdi. “İtiraf eden oldu mu?”

İvan gözlerini hafifçe kıstı.

“Hayır, Majesteleri. Hepsi suçsuz olduklarını söylüyor. Ancak…”

Sesindeki ton hafifçe değişti.

“Bakanlık sistemlerine dışarıdan sızıldığına dair bazı veri kayıtları yakalandı. Bu verilere sadece içerden bir bakan erişebilir. Dahası, belgelerdeki ruh mühürleri… yalnızca üst düzey ruh mühendislerinin erişim iznine sahip olduğu kodlarla eşleşiyor.”

Atlas’ın gözleri daraldı. Yüz ifadesi değişmese de sessiz bir fırtına gözlerinin ardında kıpırdanıyordu.

İvan devam etti:

“Daha da ilginci… belgelerin üzerinde yalnızca Michel’in değil, kimliği tanımlanamayan beş farklı ruh izine rastlandı.”

Elena gözlerini hafifçe araladı. “Tanımlanamayan mı?”

İvan başını yavaşça salladı.

“Evet, Prenses. Ruh Bilimleri Enstitüsü bu izlerin hiçbirini mevcut devlet kayıtlarıyla eşleştiremedi. Sistem dışında bırakılmış ya da özellikle gizlenmiş izler bunlar. Üstelik... izler düşük seviye değil. Her biri yüksek frekanslı, eğitilmiş ruh kullanıcılarına ait.”

“Yani…” dedi Atlas, sesi alçak ama kesin. “Sistemin içine birileri sızmış. Ve içeriden bilgi alıyorlar.”

“Kesin olan şu ki, izler... normal bir sivilin, hatta memurun bile taşıyamayacağı düzeyde. Bu kadar temiz, iz bırakmayan bir erişim… sadece disiplinli bir tarikatın işi olabilir. Belki de Işığın Tanrıları nihayet gölgeden çıkmaya başladı.”

Atlas gözlerini pencereye çevirdi, şehir silüetini sanki ilk kez görüyormuş gibi sessizce izledi.

“Bu süreci sana bırakıyorum, İvan,” dedi sessiz ama keskin bir tonla. 

İvan başını eğdi. “Sizi hayal kırıklığına uğratmayacağım, Majesteleri.” Ardından geri çekilip sessizce odadan ayrıldı.

Kapanan kapının ardından odada bir sessizlik çöktü. Elena, başını babasına doğru çevirdi. Yüzünde bir düşünce kıvrımı belirmişti.

“Baba… Michel bugüne kadar hep bu ülkenin iyiliği için çalıştı. Sen bile defalarca takdir ettin onu. Bu saldırının arkasında o mu gerçekten?”

Atlas bir süre cevap vermedi. Sonra ağır bir nefes alarak gözlerini kızına çevirdi.

“Bilmiyorum, Elena. Belki değildir. Ama en tehlikeli yalanlar… genellikle en dürüst yüzlerin ardında gizlidir.”

Kızının yüzünde bir kırılma oluştu. O, bir şey daha söylemeden Atlas’ın sesi yumuşadı.

“Ben de onun suçlu olmasını istemem. Ama halkımın güvenliği, sevdiğim insanlardan bile önce gelir. Elimdeki izler bu yönde. Ve ben ihmal edemem.”

Elena başını eğdi. Gözleri kısa bir an doldu, ama alışkındı artık duygularını saklamaya. Derin bir nefes alarak kendini toparladı.

“Seni anlıyorum baba,” dedi, sesi yumuşak ama taşıdığı sorumluluğu unutmayan bir kararlılıkla.

Atlas bir süre sessizce kızını izledi. Gözlerinde o eski mahcupluğu, çocukluğun ürkekliğini değil... artık büyüyen, ne dediğini bilen, ağırlık taşıyabilecek bir insanın gözlerini görüyordu. Elena artık sadece onun küçük kızı değil, geleceği devralacak olan kişi gibi oturuyordu karşısında.

Gözlerini kapattı Atlas, gri saçları sabah ışığında gümüş gibi parlıyordu. Sonra yavaşça içinden geçen düşünceye bıraktı kendini:

“Onun kalbinde annesinin merhameti var. Ruhunda ise benim iradem. Eğer günün birinde ben yıkılırsam… bu tahtı ayakta tutacak kişi o olacak.”

Bakışlarını tekrar Elena’ya çevirdi. Kızının gözlerinde artık karanlığı yutabilecek kadar güçlü bir ışık vardı.

Ve o an… uzun zaman sonra ilk kez içi tamamen rahattı.

"Evet," diye geçirdi içinden. “Zamanı geldiğinde, bu ülkenin kalbini ona emanet edebilirim.”

Babil’in akşamları, sarayın güney kulesindeki balkonlarda daha bir sessiz olurdu.

Güneşin son ışıkları taş duvarlardan yansıyarak uzaklara çekiliyor, şehir yavaş yavaş karanlığın içine sızıyordu.

Prenses ve İmparator bir süredir yan yana oturuyor; günün sıradanlığından, geçip giden saatlerden bahsediyorlardı. Sözler arasında boşluklar uzuyor, o boşluklar da en az cümleler kadar anlam taşıyordu. 

Balkonda iki sandalye. Arasında sessiz bir masa.

Atlas ve Elena..

Konuşmuşlardı.

Günün yorgunluğu, birkaç cümlede erimişti.

Atlas, kızına bakmadan konuştu.

“Sessizlik iyidir ama... bu kadar yeter.

Yarınki konferans için hazırlan.”

Elena gülümsedi.

Söz söylemeden başını salladı.

Ayağa kalktı.

Küçük bir kıpırtıyla döndü, tam kapıya yürürken—

Bir ses, arkasından geldi.

“Elena...”

Genç prenses durdu.

Kafasını hafifçe çevirip babasına baktı.

“Efendim baba?”

Atlas, sandalyesinden kalkmamıştı.

Ama gözleri, kızının yüzüne odaklıydı.

“Yarın konferansta... bana ‘baba’ demek yok.”

Elena’nın yüzü bir anda değişmişti. 

İç çeker gibi yaptı.

Bir kaşını kaldırdı, gözlerini kısa bir süre devirdi.

“Püf...” dedi, dudaklarını büzerek.

Ama sonra, yüzündeki oyunbozanlık gülümsemeye dönüştü.

“Peki... Majesteleri.”

Atlas hafifçe gülümsedi.

Kızının her mimiğini ezbere biliyordu.

“Aferin,” dedi, sesi neredeyse fısıltıydı.

Elena kapıya döndü.

Ama çıkarken hâlâ gülümsüyordu.

Görünmese bile Atlas, o gülümsemeyi hissedebiliyordu.

Ve kapı arkasından yavaşça kapandı.

Atlas yalnız kalmıştı.

Elena’nın adımlarının yankısı sönünce, balkon bir kez daha rüzgârla baş başa kaldı.

Gecenin soluğu taş duvarlara çarpıyor, yukarıdan bakan saray hâlâ güçlü ama içeriden biraz yorgun görünüyordu.

Rüzgâr aynıydı belki.

Ama artık daha serindi.

Sanki bir şey değişmişti, tam fark edilmeyen bir çizgi geçmişti.

Atlas yavaşça yürüdü.

Ayaklarının altındaki taşlar, yılların yükünü taşıyordu ama o anda en ağır olan şey, içinden geçen bilinmezdi.

Balkonun kenarına geldi, iki eliyle korkuluğa yaslandı.

Yukarıdan Babil geniş bir harita gibi seriliyordu önüne: ışıklı caddeler, sönük çatılar, uzak minareler.

Gözleriyle satır satır taradı şehri.

Hiçbir eksik yoktu gibi.

Her şey yerli yerindeydi.

Ama kalbi... ikna olmuyordu.

"Her şey... normal duruyor." dedi, neredeyse kendine.

Fakat sesinde bir boşluk vardı.

Kulağa değil, içe çarpan bir sessizlik.

O cümlenin altında duran başka bir cümle daha vardı, söylenmeyen.

Bir sızı gibi.

Çünkü bazen sessizlik, bir şeylerin henüz başlamadığını değil... çoktan başladığını fısıldar.

Atlas, şehirden çok kendi içine bakıyordu o an.

Ve sanki uzak bir yerden bir ses gelmeliydi.

Henüz duymadığı, ama bildiği bir ses.

Zamanın dışında kalan bir yankı gibi.

Bir süre öylece kaldı.

Dudaklarında kelimesiz düşünceler.

Gözlerinde ihtimaller.

Sonra bir nefes aldı.

Kısa, derin, ölçülü.

Ve ağır adımlarla geri döndü.

Sarayın gölgeleri Atlas’ı yuttu.

Ve arkasında kalan balkon...

Rüzgârla birlikte yalnız kalmaya devam etti.

Ama bu yalnızlık artık sessiz değildi.

---

1 Gün Sonra

Sabahın ilk ışıkları sarayın mermer duvarlarında yavaşça gezinirken, Prenses Elena hazırlığını tamamlamıştı. Üç saat süren sessiz bir ritüel gibiydi; her kıyafet parçası, her dokunuş bir sorumluluğun yansımasıydı.

Bileğinde zarif fırfırlarla süslenmiş beyaz gömleği, göğsünde Grimaldi Hanedanı’nı temsil eden gül desenli rozet... Boynunda dalga gibi kıvrılan kan kırmızısı bir kurdele ve tüm bunların altında siyah bir pantolon. Şıklığı bir gösteriş değil, taşıdığı mirasın bir ifadesiydi.

İmparatorluk Sarayı’nın taş merdivenlerine adımını dikkatlice attı. Gözlerinde düşünceli bir duruluk vardı. Aşağıya her inişinde dünya biraz daha ağırlaşıyordu omuzlarında.

O esnada hizmetçilerden Alexa, birkaç adım geriden ona hayranlıkla bakıyordu. Dudaklarından, düşüncesizce dökülen bir içtenlik süzüldü:

“Hanımım… o kadar güzel görünüyoruz ki, eminim Majesteleri sizi çok hoş bulacaktır.”

Elena duraksamadan yanıtladı, gözleri hâlâ ileriye dönüktü:

“Önemli bir yere gidiyorum Alexa… Güzel görünmemin bir anlamı yok.”

Alexa ise küçük bir tebessümle başını eğdi.

“Öyle deseniz de... babanızın sizi güzel bulması için çok çabaladınız.” dediğinde, sesine hafif bir alayla karışan şefkat yerleşmişti.

Elena, birkaç basamak sonra durdu. Ardına döndü ve samimi bir tebessümle cevap verdi:

“Güzel bulursa... çok mutlu olacağım. Yalan yok.”

Tam o sırada, sarayın görkemli giriş salonunun ahşap kanatlı kapıları usulca açıldı. İçeri, gümüş saçlarının arasından sabırla süzülmüş yılların asaletiyle, Atlas Grimaldi adım attı.

Yanında, bir gölge gibi sessiz ama uyanık duran adam: Sol kolu ve sadakatiyle tanınan, İmparatorluk koruyucusu Nikolai Eriat.

Salonun yüksek tavanları, yılların görkemini taşırken; duvarlar altın varaklı çerçevelerle bezeliydi. Her bir tabloda Grimaldi hanedanının unutulmuş bakışları vardı. Kadim imparatorların gözleri, hâlâ oradaymış gibi izliyordu Elena’yı.

Atlas, Elena’yı görür görmez yüzüne sıcak bir gülümseme yaydı. Sesi, sertlikten uzak, alışılmadık bir yumuşaklık taşıyordu:

“Güzel giyinmişsin, Elena.”

Elena bir an durdu. Kalbi hızlı çarptı. Babasının övgüsü, yüreğinde yankılanan eski bir melodi gibiydi. Küçük bir kızken duyduğu, ama hiç unutmadığı bir tını… 

ASözleriyle birlikte, bakışlarında bir baba dokunuşu belirmişti. Ardından kolunu hafifçe uzatmadan, sadece kaşını kaldırarak bir işaret verdi.

“Gidelim.”

Elena, gözlerinde hafif bir kıvılcımla, babasının koluna zarifçe girdi. İçinde kalan küçük kız çocuğu, sadece o an için sessizce gülümsedi. 

Kapılar aralandı ve beraber saraydan çıkarken, helikopterleri çoktan hazırlanmıştı.

 Rüzgâr, kalkışa hazır dönen pervanelerle eteğini dalgalandırırken, gökyüzü onları Metz şehrine götürecek yolu çoktan açmıştı.

Elena babasının yanında, ilk kez bir gölge gibi değil; bir yoldaş gibi ilerliyordu.

40 Dakika Önce – Helikopterin İçinde

Rotorun dönen kanatları gökyüzünü delip geçerken, helikopterin içindeki atmosfer başka bir dünyaya aitti. Pencere kenarına bakan Elena’nın gözleri bulutların ötesine dalmıştı. Sanki uzaklarda bir yerde, henüz adı konulmamış bir şey onları bekliyordu.

Atlas, sessizliğin içinde dimdik oturuyordu. Gözleri kapalıydı ama zihni çoktan savaş alanlarında yürüyordu. Yanında oturan Nikolai, kısa bir duraksamadan sonra usulca başını eğdi ve alçak sesle konuştu:

“Majesteleri… Pyon şehrine giden trene düzenlenen saldırının ardından bölgeye ulaşan ekiplerimiz, ilginç bir detay bildirdi.”

Atlas gözlerini açmadan başını hafifçe yana çevirdi.

Nikolai devam etti:

“Saldırının ortasında... göz bandı takan birini görmüşler. Ama o kişi karanlığın içine karışmış. Ne yüzü seçilebilmiş ne de izi sürülebilmiş. Onu takip etmeye çalışanlar… sadece hızına yetişemediklerini söylemiş.”

Elena başını çevirdi, gözleri ciddiyetle Nikolai’ye döndü. “Göz bandı takan biri mi?” dedi fısıltıyla.

Nikolai başını onaylar şekilde eğdi. “Evet Prensesim… ayrıca ekiplerimiz o kişiden yayılan ruh enerjisinin... olağanüstü derecede yüksek olduğunu da belirtti. Tanımlayamadıkları bir... titreşim, bir yankı gibiymiş. Sanki kendiliğinden değil de, bastırılmış bir enerjinin dışavurumuymuş.”

Elena sessizce babasına döndü.

Gözlerinde alışılmadık bir endişe belirmişti.

“Baba... sen ne düşünüyorsun?”

Sesi ürkek değildi. Merakla karışık bir sezgiyle sormuştu.

“Sence kim olabilir bu kişi?”

Atlas, gözlerini gökyüzüne çevirdi. Uzaklara bakıyordu ama gördüğü şey bir şehir, bir ülke ya da bir insan değildi.

“Bilmiyorum,” dedi yavaşça.

“Ancak böylesine büyük bir saldırının ortasında... sağ kalan biri varsa —ve hâlâ gözlerden uzak yürüyorsa— bu kişi rastgele biri olamaz.”

Elena dikkat kesilmişti. İçinde, kelimelerin ötesinde bir huzursuzluk büyüyordu.

“Belki...” dedi Atlas, sesi neredeyse rüzgâr gibi hafifti.

“Belki de bu kişi... Işığın Tanrıları tarafından özellikle bırakıldı. Ya da... onlar bile onun kim olduğunu bilmiyor.”

Bir sessizlik düştü helikopterin içine. Rüzgârın uğultusu dışında hiçbir şey konuşmuyordu.

Atlas, iç geçirerek gözlerini kapattı.

“Kim olduğunu tahmin edemem. Ama içimde bir his var, Elena. O kişi bir gün bu şehre gelecek. Belki bizimle konuşmak için, belki bizi yok etmek için. Ama gelecek.”

Elena’nın eli, istemsizce kırmızı kurdelesine gitti. Parmakları düğümün üstünde durdu, bastırmadan. Gözlerini pencereden dışarı çevirdi.

Uzakta, Metz şehrinin sivri kuleleri ve Altın Saray’ın kubbeleri bulutları delmeye başlıyordu.

Rüzgâr hâlâ aynıydı. Ama içinde bir şey artık farklıydı.

40 Dakika Sonra – Altın Saray’ın Önünde 

Helikopterin pervaneleri ağır ağır yavaşlarken, gökyüzündeki grilik yerini parlak kubbelerin altın ışığına bıraktı. Altın Saray’ın üstünde asılı duran zaman, o an sanki biraz daha ağırlaştı.

Bu saray, adını yalnızca mimarisinden değil; içinde yatan efsanelerden almıştı. Rivayetlere göre, binlerce yıl önce burada altından inşa edilmiş bir tapınak vardı. Tanrıların uğradığı, kaderin biçildiği bir mekândı burası.

Ve şimdi…

İnsanlığın en büyük kararlarından biri yine burada alınacaktı.

Atlas Grimaldi helikopterden indiğinde, arkasında sadece adımlarını değil, bir çağın yükünü taşıyordu.

Yanındaki Prenses Elena, siyah pantolonunun içinde zarif ama vakur bir yürüyüş sergiliyordu. Bileğindeki fırfırlı beyaz gömleğin üstüne iliştirilmiş gül desenli rozet ve boynundaki kırmızı kurdele, onun sadece bir prenses değil bir mirasın taşıyıcısı olduğunu ilan ediyordu.

Yanındaki sadık muhafız, Nikolai Eriat, vakit kaybetmeden İmparator’un yanına yanaştı.

“Majesteleri,” dedi düşük bir sesle, “sarayın girişine gidip sizi bekleyeceğim.”

Atlas başıyla onay verdi.

“Git. Ama gözlerin tetikte olsun.”

Nikolai selam durdu, sonra gölgesi gibi olduğu adamdan ayrıldı ve ağır adımlarla mermer taşların üzerinde uzaklaştı.

Altın Saray’ın görkemli girişine vardıklarında, kapılar daha onlar yaklaşmadan açıldı.

Sarayın kapıları açıldığında, içeriden yükselen ses gökyüzünü bile titretti:

“Batı İmparatorluğu’nun Güçlü Lideri Atlas Grimaldi ve Zarafet Abidesi Prenses Elena Grimaldi’yi selamlıyoruz!”

Kırmızı halı, ayaklarının altına bir tören gibi serilmişti.

Her adımda, geçmişin yankısı sarayın duvarlarında gezinirken, salonun içinde sessiz bir dalga gibi yayıldı.

Altın Saray’ın içi, ihtişamın sessiz bir ilanıydı.

Tavanlar yıldızlar kadar yüksekti. Avizeler, altından dökülmüş gibi parlıyor; duvarlar altın varaklı çerçevelerle süslenmiş, eski imparatorların portreleri arasında zaman duruyordu.

Ancak salonun tam karşısındaki harita, her şeyden daha çok dikkat çekiyordu.

Yaşlı, yıpranmış bir kâğıt üzerine işlenmiş bir dünya haritasıydı bu.

Her ülke, farklı tonlarda boyanmıştı.

Kimi renkler canlıydı; kimileri solmuş, kimi yerler ise sanki kana bulanmış gibiydi.

Ve o haritada, gözler yalnızca bir noktaya çekiliyordu:

Batı İmparatorluğu.

Masada toplanmış 121 ülkenin liderleri, temsilciler ve muhabirler sessizce yerlerine çekilmişti.

Elena'nın gözleri salonda gezindi. Dudaklarından şaşkınlıkla süzülen kelimeler neredeyse fısıltıydı. 

“Herkes… buraya gelmiş.”

Atlas başını ona çevirdi. “Evet, Elena… Batı İmparatorluğu işte bu kadar büyük. Ama bu büyüklük yalnızca bir güç meselesi değil. Bir miras. Ve bir gün, bu miras… senin omuzlarına konacak.

Sen temsil edeceksin bu ülkeyi. Ve sen taşıyacaksın bu dünyanın yükünü, adaletle.” Sesinde hem öğüt, hem özlem vardı. 

Elena başını hafifçe eğdi. Cümlesi bir anda değişti, dudaklarında büyüyen bir farkındalıkla 

“Tamam bab—... anladım, Majesteleri.” dedi. 

Bu büyük konferansta yalnızca Batı İmparatorluğu yoktu.

Dünya artık iki kutupluydu.

Bir kutupta, Grimaldi Hanedanı’nın kudretiyle yükselen Batı İmparatorluğu.

Grimaldi ailesi bir kutsal soy değildi; ama Batı’nın siyasi birliğini, askeri düzenini ve diplomatik gücünü onlar temsil ediyordu.

Diğer kutupta ise, Thule Cumhuriyeti bulunuyordu.

Ve başında, ikiz azizlerden Eleanor’un soyundan gelen Kutsal Eleanor Ailesi’nin lideri: Elroy Eleanor vardı.

Bu kutsal aile, sarı saçları ve yakut mavisi gözleriyle tanınırdı.

Onlara bakan biri, tanrısal bir hatıranın önünde durduğunu hissederdi.

Bir diğer büyük güç, Yornya İmparatorluğuydu.

Doğunun kadim devleti.

Ve onun başında, 2.385 yıldır ülkeyi yöneten Kutsal Shiden Ailesi vardı.

Bugün burada bulunan kişi, genç veliaht ve aynı zamanda başbakan olan Akira Shiden idi.

Ancak salonda herkes yoktu.

Dünyada yalnızca dört kutsal aile vardı.

Ve burada bulunanlar yalnızca iki tanesiydi: Eleanor ve Shiden.

Kutsal aileler, sıradan insanların ulaşamayacağı, yalnızca kan bağıyla aktarılan özel tekniklere ve ruhsal güçlere sahipti.

Bu güçler, öğrenilmezdi.

Kopyalanamazdı.

Sadece doğan çocuklarla birlikte var olur, yalnızca onların damarlarında akardı.

Geriye kalan iki kutsal aile ise bu salonda değildi.

Biri, tarihin en eski soylarından biri olan Kutsal Nell Ailesi’ydi.

Azize Nell’in kanını taşıyan bu aile, bugünkü toplantıya katılmamıştı.

Adları anılmasa da, varlıkları her zaman hissedilirdi.

Çünkü onlar… ya perde arkasında kalmayı tercih ediyorlardı, ya da o karanlığın içine, mecburen çekilmişlerdi. 

Diğeri ise… geçmişin karanlık izlerini taşıyan Kutsal Kuramu Ailesiydi.

175 yıl önce Yornya’da, Shiden Ailesi’nin tahtına tehdit oluşturdukları gerekçesiyle büyük bir zulme uğramışlardı.

Yakıldılar, sürüldüler.

Ve sadece Batı İmparatorluğu onlara kucak açtı.

O günden bu yana Kuramu Ailesi, Grimaldi Hanedanı’na mutlak sadakat yemini etti. Ve bu bağ, bugün hâlâ Yornya ile Batı arasındaki gerilimin temelini oluşturuyordu.

 

Kuramu’lar da bugün burada değildi.

Ama onların gölgeleri, Altın Saray’ın taş duvarlarına çoktan sinmişti.

Onlar konuşmazdı.

Sadece gerektiğinde ortaya çıkardı.

Ve o an geldiğinde, kader sessizce yön değiştirirdi.

Salonda gerginlik görünmese de… hissediliyordu.

Bakışlar konuşmadan konuşuyor; temsilcilerin oturuşları bile politik ağırlık taşıyordu.

Prenses ve İmparator kendilerine ayrılan yere geçerken, dünyanın kalbi artık bu salonda atıyordu.

Ve daha söz söylenmeden, bir karar çoktan alınmış gibiydi:

Bu dünya bir değişim eşiğindeydi.

Birkaç dakikalık bir sessizlik hâkimdi salona.

Tavanlardan sarkan avizelerin ışıkları, ağır ağır salınan toz zerreciklerini aydınlatırken; temsilciler nefeslerini tutmuş, önlerindeki belgeleri çevirmeye bile çekinir hâle gelmişti.

Ve nihayet...

Birleşmiş Devletler Birliği Başkanı, önündeki kürsüde ayağa kalktı.

Elindeki kalemi bırakıp, gözlerini tek tek sıraları tarayarak konuşmaya başladı:

“Bugün burada…

Dünyanın dört bir yanından gelen temsilcilerle birlikte,

insanlık tarihinin belki de en kritik konferansının açılışını yapmak üzere toplanmış bulunuyoruz.”

Sesi ne çok yüksek ne de cılızdı. Ama kelimeleri taşıyan o sükûnet, tüm salonu sarıyordu.

Güçlü bir diplomatik yorgunluk vardı ses tonunda.

Yılların, çözülmemiş sorunların ve içten içe büyüyen bir kaygının izi...

“Öncelikle, hepinizi saygıyla selamlıyorum.” dedi.

“Burada bulunmanız, yalnızca ülkeleriniz adına değil, insanlık adına da büyük bir onurdur.”

Kısa bir duraklamadan sonra, önündeki kağıtlara göz attı.

Sanki ne diyeceğini biliyor ama söylemek istemiyormuş gibi.

Sonunda, başını kaldırdı ve devam etti:

“Günümüzün küresel zorlukları, artık tek bir ülkenin sırtlayabileceği boyutları aşmış durumda.

İklim değişikliği, ekonomik istikrarsızlık, sağlık krizleri, enerji çöküşleri, gıda tedarik zincirlerinin kırılganlığı...

Ve en önemlisi:

Güvenlik tehditleri.”

Sözleri ağırlaştıkça, temsilcilerin gözlerindeki perde daha da kalınlaşıyordu.

“Bu tehditler artık yalnızca ordulara, cephanelere karşı gelmiyor.

Ruhlara... düşüncelere... insanlığın ortak inançlarına yöneliyor. Ve bizler, burada toplananlar…

Artık sadece diplomatlar değiliz.

Aynı zamanda, gelecek yüzyılların tanıkları ve taşıyıcılarıyız.”

Başkan derin bir nefes aldı.

Kağıdı elinden bırakmadı ama ona artık bakmıyordu.

Sanki konuşacağı kelimeler içinde bir süredir duruyordu zaten.

“Son iki yıldır, dünyamız, kendine ‘Işığın Tanrıları’ adını veren bir terör örgütünün karanlık saldırılarıyla sarsılıyor.

Bu örgüt... sadece masum hayatları değil, inancımızı, birlik duygumuzu ve gelecek umudumuzu hedef alıyor.

Onlar, şehirlerin kalbine saldırıyorlar.

Kültür merkezlerine, enerji tesislerine, sivillerin yaşadığı yerleşim bölgelerine…”

Bir uğultu yükseldi.

Ama kimse yüksek sesle konuşmadı.

Herkes biliyordu ki; bu artık sadece bir tehdit değil, somut bir gerçekti.

“Geçtiğimiz hafta Metz şehrinde, özel koruma altındaki bir silah araştırma tesisine yapılan saldırı...

Bizlere, bu örgütün ne denli organize, ne denli acımasız ve ne kadar ileriye hazır olduğunu bir kez daha gösterdi.”

Kısa bir duraksama… sonra sesini düşürerek konuşmasını sürdürdü:

“Ve daha da acısı… dün gece Pyon şehrine doğru hareket eden sivil trenin hedef alınmasıydı.

Bu hain saldırı, yalnızca bir ulaşım aracını değil…

Anneleri, çocukları, doktorları, sanatçıları…

Hayatın kendisini hedef aldı.

Trende bulunan 110 masum sivil, hiçbir iz bırakılmadan katledildi.

Ve bu eylemi gerçekleştirenler, ardında ruhsal enerji kalıntıları bırakarak izlerini kaybettirdi.”

Salonda buz gibi bir hava esti.

Delegelerin bazıları yerinde doğruldu, bazıları başını öne eğdi.

Ama kimse gürültü yapmadı.

Çünkü ölüm, kelimelerin arasına sızmıştı.

Başkan kaşlarını çatıp, kelimeleri daha sert seçti:

“Bu saldırılar; yalnızca Batı İmparatorluğu’na değil…

Hepimize yapılmış bir tehdittir.

Bu, artık uluslararası değil, evrensel bir sorumluluktur.”

Ve ardından sesini tekrar dengeleyerek konuşmasını bağladı:

“Konferansımızın ana teması olan bu terör saldırıları ve buna karşı geliştireceğimiz stratejiler…

Sadece bugünün değil, gelecek yüzyılların da güvenliğini belirleyecek.

Her birinizin tecrübesi, bilgeliği ve cesareti… bu masada hayati öneme sahiptir.”

Başkan, kağıtlarını yavaşça katladı.

Ellerini kürsüye koydu.

Son bir cümle söyledi, tonunda hem çağrı, hem korku hem de umut vardı:

“Bu konferans, yalnızca bir toplantı değil...

Belki de insanlığın son zafer çığlığı olacak.”

Sonra başını kaldırdı ve gözlerini Atlas Grimaldi’ye çevirdi.

“Şimdi sözü, Batı İmparatorluğu’nun Yücesi, İmparator Atlas Grimaldi’ye bırakıyorum.” dedi.

Salon... sessizliğe gömüldü.

Tüm gözler… tek bir adımın yankısını bekliyordu artık.

İmparator Atlas Grimaldi, ağır adımlarla kürsüye doğru ilerledi.

Gözleri salondaki her liderin, her temsilcinin üzerinden tek tek geçti.

Kürsüye vardığında bir an durdu, avuçlarını kürsünün yanlarına yerleştirdi.

Sesini yükseltmeden konuşmaya başladı; ama sesi yükselmişçesine her yüreğe ulaştı:

“Saygıdeğer misafirler…

Bir hafta önce, Metz’de yaşanan acımasız saldırının yaralarını sarmaya çalışıyorduk.

Henüz toprak yeni kapanmışken…

Henüz anaların gözyaşı kurumamışken…

Bu sabah, Pyon şehrine giden bir trene yapılan vahşi saldırı haberiyle bir kez daha sarsıldık.”

Bir sessizlik oldu.

Atlas konuşmaya devam etti, ama sesi bu kez daha karanlık bir derinlik taşıyordu:

“Işığın Tanrıları…

Rayları kesip treni durdurdular.

Sonra...

Tren çalışanlarını ve 110 masum sivili — hiç iz bırakmadan, hiç bir çığlık duymadan — katlettiler.

Yaralı yok. Tanık yok.

Sadece ruhsal bir boşluk ve geride yankılanan bir sessizlik.”

Salonda gözbebekleri büyüdü. Bazı delegeler sandalyelerine biraz daha gömüldü, bazıları kalemlerini yere düşürdü.

Ama kimse konuşmadı.

Atlas devam etti:

“Ve uzun süren araştırmalarımız sonucunda…

Thule Cumhuriyeti ve Yornya İmparatorluğu başta olmak üzere…

Bu salonda bulunan pek çok ülkenin iç yapısına casus ve hainlerin yerleştirildiğini tespit ettik.”

O anda...

Büyük salonun içindeki hava değişti.

Bir kurşun gibi ağır bir sessizlik yayıldı önce.

Sonra, bir fısıltı… ardından başka bir fısıltı…

Ve uğultular, kasırgaya dönüşen bir diplomatik şok dalgasına evrildi.

Yornya delegasyonu yerinde kıpırdandı.

Thule tarafında kaşlar çatıldı.

Bazıları protestoya kalkacak gibi oldu ama göz göze geldiklerinde...

Bunu yapmanın bedelini tahmin eder gibi durdular.

Ve tam o anda, İmparator Atlas sesini tekrar yükseltti —

Ancak bir emir gibi değil, bir kehanet gibi:

“İkiz Azizeler…

Nell ve Eleanor.

Yüzyıllar önce bize, bir haini bildirmişlerdi.

Bir ‘bozuluş’un geleceğini…

İnsanların içinden birinin... ama insandan başka bir şey olarak geri döneceğini söylemişlerdi.”

Atlas gözlerini yerdeki granit zemine dikti.

Sonra başını kaldırdı, doğrudan salondakilere baktı.

“O hain... belki de çoktan dünyaya inmiş olabilir.”

Sözcükler havada dondu.

O an... konuşulmayan bir şey daha vardı:

Ya gerçekten o kişi burada, birilerinin arkasında oturuyorsa?

Atlas devam etti, sesi artık neredeyse fısıltıydı ama her kelime birer taş gibiydi:

“Görmediğimiz şey... gördüklerimizden daha tehlikeli olabilir.

Birlik olamazsak...

O karanlık, hepimizi tek tek yutacak.”

Gözleri Elena’ya döndü, sonra tekrar kürsüye.

Atlas konuşmayı bitirmedi.

Sadece susarak bitirdi.

Ve salondaki herkes… sanki o suskunlukta, kendi kaderini duydu.

[Devam Edecek...]

Bir hata mı var? Şimdi bildir! Papara: 1733808570(Tıkla, Kopyala)
Yorumlar
  1. Okuyucu
    Bu bölümle ilgili düşüncelerinizi, yorumlarınızı mutlaka aşağıya bırakın her bir geri bildirim benim için gerçekten çok değerli. 🙏 Yeni bölümler yolda ve bölümler de hikâyenin gidişatına daha iyi hizmet etmesi için güncellenecek.
    Hikâye henüz yolun başında; karakterler, sırlar ve sürprizler derinleştikçe her şey daha da ilginç bir hal alacak.
    Takipte kalın ve burada olduğunuz için gerçekten minnettarım. 💫
Novel Türk Yükleniyor