Büyük Patlamadan Sonra Bölüm 1 - Geçmişten Gelenler
1725 yıl önce, ikiz azizelerin gelişiyle dünya tamamen değişmişti. İki kutuplu hale gelen bu yeni düzende değişmeyen tek şey, onların ardında bıraktığı kehanetti:
“Ey yerin ve göğün sakinleri, sizler kutsanmış ve uğruna savaşlar verilmiş varlıklarsınız.
Bir gün o ihanetkar dünya’ya gelecek ve vazifeniz, hayatlarınız pahasına onu durdurmaktır.”
---
Günümüz
Son yılların yorgunluğu, içini kemiren bir umutsuzluğa bırakmıştı Mae’yi. Yolları, izleri ve şehirleri arşınlamış, yine de aradığı kişiyi bulamamıştı. Eğer bahsedilen bu son şehirde de onu bulamazsa, ne yapacağını bilmiyordu.
Hava karardıktan sonra epey zaman geçmişti. Kafasını cama yaslamadan önce mırıldandı, “Saat kaç acaba?”
Yanındaki koltukta oturan hamile bir kadın hemen cevap verdi:
“22.15, hanımefendi.”
“Ah, teşekkür ederim.” dedi Mae, nazikçe. Tam gözlerini kapayıp kafasını cama yaslayacakken kadın tekrar konuştu:
“Yolculuğun nereye?”
“Pyon şehrine gidiyorum. Ya siz?”
“Ne tesadüf,” dedi kadın içten bir tebessümle. “Ben de Pyon’a gidiyorum.”
Mae, yabancılarla sohbet etmeyi pek sevmezdi. Kısa bir yanıtla geçiştirmeye çalıştı.
“İyi.”
Ama kadın susmadı.
“Senin gibi genç ve güzel bir kızın Pyon’da tek başına ne işi olabilir?”
Mae içini çekti. Koca trende konuşkan biriyle yan yana oturmak, şanssız bir güne işaretti.
“Bir arkadaşımı arıyorum, uzun zamandır izini kaybettim. Onun için gidiyorum.” dedi. Sonra içinden geçen soruyu sordu:
“Sahi, bir trende hamile bir kadın tek başına ne yapıyor?”
Kadın, hafifçe karnını okşayarak yanıtladı:
“Kocam Pyon şehrinde polis. Üç aydır görüşemiyoruz. İki gün sonra doğum günü, ben de sürpriz yapmak istedim.”
O an gözleri parladı, gülümsedi.
Mae, gülümsemeye karşılık verdi. “Kocanızı çok sevdiğiniz belli. Gerçekten çok şanslıymış.”
“Evet, haha! Hem ben hem de yedi aylık minik bebeğimiz onu çok seviyoruz.”
“Umarım sürprizin tam da hayal ettiğiniz gibi olur.”
“Umarım… Ah, adını sormayı unuttum. Benim adım Emily, peki ya seninki?”
“Mae.”
“Tanıştığıma memnun oldum.” dedi Emily, sıcacık bir tebessümle.
“Ben de.” dedi Mae.
Sohbetleri yavaşça derinleşti. Sevilen yemeklerden günlük uğraşlara, geçmişe dair kırıntılara kadar her şey konuşuldu. Bir noktada Emily, merakını daha fazla bastıramadı.
“Uzun zamandır merak ediyorum... Sol gözüne ne oldu? Neden göz bandı takıyorsun?”
Bu, Mae'nin her yeni tanıştığı kişiden duyduğu klasik soruydu.
“Çocukken oyun oynarken ayağım takıldı, masanın kenarı gözüme çarptı.”
“Ay kıyamam! Bu kadar güzel yeşil gözlerin varken bir tanesini kaybetmen çok üzücü.”
“Doğrusu pek etkilemiyor beni.” dedi Mae sessizce.
Emily elini ağzına götürüp kıkırdayarak, “Yine de bu halinle bile çok güzelsin. Eminim bir sürü erkek peşindedir.”
Mae hafifçe başını salladı.
“Gerek yok. Zaten sevdiğim biri var.”
“Ooo~ Kim bu şanslı çocuk, hmm?” dedi Emily, gözlerinde merakla.
“Uzun bir hikaye. Girmek istemiyorum şimdi.”
Emily, karnına dokunup yumuşak bir sesle, “Anlıyorum… Umarım her şey gönlünce olur.” dedi.
“Umarım…”
Zaman nasıl geçti anlaşılmadı. Sohbetin sonlarında Emily esneyerek gözlerini kapattı, uykuya daldı. Mae de başını cama yaslayıp gözlerini kapadı.
---
1 saat sonra
Uyuyamamıştı. Tren yolculuğunda bir türlü uyku tutmazdı onu. Mırıldandı, “Trende uyumak imkansız.”
Vakit geçirmek için karşı koltuk cebine sıkıştırılmış bir gazeteyi aldı.
İlk göze çarpan haber, adını sıkça duyduğu bir tarikatla ilgiliydi. Başlık iri puntolarla yazılmış, altına büyükçe bir görsel yerleştirilmişti:
“1723 yılından günümüze devam eden terör olayları durmak bilmiyor.
Işığın Tanrıları adlı örgüt, Batı İmparatorluğu’na ait Metz şehrindeki özel silah deposuna saldırdı.
Olayda 85 kişi hayatını kaybetti: 38 asker, 12 polis ve 35 çalışan. Hayatta kalan 6 kişinin tamamı, travma vakası olarak kayda geçti.”
Mae, başını iki yana salladı.
“İki yıldır yakalanamıyorlar. Gerçekten kim bu insanlar?”
Haberi okumaya devam etti:
“Saldırının ardından Metz şehrinde olağanüstü hal ilan edildi. Batı İmparatorluğu, Birleşmiş Devletler Birliği’nden acil toplantı talep etti.
İki gün sonra gerçekleştirilecek zirvede, son yıllarda artan olaylar gündeme alınacak.”
Mae’nin aklından geçen düşünce açıktı:
“Altı kişi travma vakası olarak mı kurtuldu? Aynı anda, tek yerde altı travmatik kurtulan... gerçek gibi gelmiyor.”
Gazeteyi yerine koyarken iç geçirdi.
“Kesinlikle bu örgütün arkasında başka bir şey var.”
Ve bilinçaltından bir isim yükseldi:
Casillas.
Kılıcına uzandı, eline aldı. Aklına bir soru geldi; bir zamanlar Casillas’ın ona sorduğu soru:
“Biriciğim, diğer insanlar da bizim gibi birbirlerini sevip seviyorlar mı?”
Boğazına bir şey düğümlendi. Mavi gözlerini, siyah saçlarını, içten gülümsemesini düşündü.
O yanındayken duyduğu sıcaklığı hatırladı. Şimdi ise yalnızlık, o anıları bıçak gibi kesiyordu.
Küçükken kaçtığı ormanda, kirli ayaklarıyla kendisini kovalayan adamlardan kaçarken yaşadığı korku gözünün önüne geldi. O anlar, yağmurun soğuk dokunuşuyla birlikte içini ürpertiyordu.
Casillas'la tanıştığı gün, her şeyi değiştirmişti.
Sayesinde geçmişini unutmuş, o soğuk beyaz odadan sıcacık bir yuvaya kavuşmuştu.
Yeni bir baba, yeni bir kimlik… ve en önemlisi, özgürlükle tanışmıştı.
Şimdi onu sadece minnetle ve özlemle hatırlıyordu.
“Seni özledim Casillas… lütfen ortaya çık…” diye düşünürken, trende bir sessizlik oluştu.
Sıradışı bir sessizlikti bu.
Mae, kılıcına sıkıca sarıldı.
Tren aniden fren yaptı. Yolcular öne doğru savruldu. Bazıları yere düştü. Emily panikle karnını tutarak, “Mae? Neler oluyor?” diye sordu.
Mae, onu rahatlatmak istedi.
“Bir şey yok. Muhtemelen teknik bir arıza. Birazdan anons yapılır, korkma.”
Tam o anda, anons geldi:
> [Sayın yolcularımız, gitmemiz gereken yoldaki raylarda bir sıkıntı bulu—] Crzzzzzz…
Hoparlör sustu. Emily korkmuştu.
“Mae… bu hiç normal değil.”
Trenin ışıkları birkaç saniyeliğine yanıp söndü. Mae ayağa kalktı, kılıcını kavradı.
“Ne olduğunu öğrenmem lazım. Sen burada kal, olur mu?”
Emily, karnını koruyarak, “Peki… ama kılıcı neden aldın?”
Mae gülümsedi. “Onu her zaman yanımda taşırım.”
Kabine doğru yürümeye başladı. Yolcuları gözlemledi. Herkes panik içindeydi—iki kişi hariç.
İkisi de erkekti. Diğerlerinin aksine rahatsız edici bir sakinlikleri vardı.
Bu detay Mae’nin içgüdülerini harekete geçirdi.
Şüpheye rağmen ilerlemeye devam etti. Bir sonraki vagona geçti. Ortalık sessizdi. Tren görevlileri ortada yoktu. Kabine yaklaştıkça endişesi büyüdü.
Bir yolcuya sordu:
“Affedersiniz, son dakikalarda hiç görevli geçti mi buradan?”
“Hayır. Yaklaşık 20 dakikadır kimseyi görmedik.”
Mae sessizce kılıcını çekti. Metalin çıkardığı tıslama, havayı iyice gerdi. Herkesin gözleri onun üzerindeydi.
Bir vagon daha ilerledi. Çalışanlara ait ekipmanlar vardı ama içeride kimse yoktu.
Demir kabin kapısına yaklaştı. Üç kez tıklattı.
Tok tok tok.
“Eğer içeride biri varsa… yapacağım şey için üzgünüm.” dedi ve kılıcıyla kapıya sertçe savurdu.
Kapı, kıvılcımlar saçarak ikiye ayrıldı.
İçeri girdiğinde gözlerine inanamadı.
Makinist ve birkaç görevli—hepsi başı kesilmiş şekildeydi. Kana bulanmış zemin, onun ayaklarının altına doğru sızıyordu.
“Ne oluyor burada!?”
Koşarak geri döndü. Her şey normaldi. Ama…
“Emily!”
Vitesse’i kullandı. Oturduğu vagona tek bir adımda ulaştı.
Manzara kan dondurucuydu.
O iki şüpheli, kılıçlarıyla tüm yolcuları katletmişti. Kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden…
Mae’nin gözleri Emily’yi aradı. Oturdukları koltuğa baktı.
Emily… karnındaki bebekle birlikte vahşice öldürülmüştü.
Saldırganlar, kanla kaplı kılıçlarını savururken soğukkanlılıkla Mae’ye döndüler.
Gözlerinde bir damla bile duygu yoktu.
Mae gözlerini kıstı.
“Şerefsizler.”
Kılıcını kuşandı. Sağ ayağıyla öne adım attı. Gözleri öfkeyle yanıyordu.
Adımlarını hızlandırdı ve Vitesse’in gücünü çağırarak bir anda saldırganın önüne atıldı. Zaman, bir anlığına gerildi; sanki trenin içinde akan saat parçalanmıştı.
Kılıcını, karşısındaki figürün yüzüne doğrultarak hızla savurdu. Saldırgan, refleksle kılıcını kaldırarak darbeyi karşıladı. Hareketlerinde tereddüt yoktu; aksine, boş ve soğuk gözlerle savaşıyordu.
Tam bir açık bırakmadan, doğrudan Mae’nin boğazını hedef alarak karşı saldırıya geçti. Kılıcını hızla savurdu, darbe ölümcül değildi ama bir uyarı gibiydi onun gibi biri için fazlasıyla hızlıydı.
Mae, saldırıdan kurtulmak için aniden aşağı eğildi. Kılıcın uğultusu başının üzerinden geçtiği anda, sol ayağıyla saldırganın dengesini bozmak istedi. Ancak adam, geriye doğru sıçrayarak saldırıdan kaçındı.
Hiç zaman kaybetmeden ayağa kalktı. Gözleri, karşısındaki iki saldırganın siluetlerini taradı. Görünüşleri sıradan insanları andırıyordu ama asıl tuhaflık, çarpışma boyunca hiçbir ruh enerji izine rastlamamış olmasıydı.
Kılıcını hâlâ nefes alıp veren saldırgana doğrultarak dudaklarında sarkastik bir gülümsemeyle konuştu.
“İlk saldırımdan kurtulduğuna göre… fena değilsin.”
Adamdan tek bir kelime çıkmadı. Sadece gözlerini dikmiş, sessizliğin içinde bekliyordu.
Mae cümlesini tamamlamak üzereyken, ikinci saldırgan bir anda arkasında belirdi. Sol elindeki kılıcıyla, Mae’nin sağ omzuna doğru öldürücü bir kesik savurdu.
Mae, içgüdüsel bir hareketle yana çekildi. Kılıcını yukarı kaldırarak saldırıyı savuşturdu. Ama bu anlık savunma bir başka fırsatı doğurmuştu. İlk saldırgan, savunmada kaldığı anı değerlendirerek kılıcını göğsüne doğru savurdu.
Mae, bir adım geri atarak saldırıyı engelledi ve ardından hızla ayağını saldırganın karnına doğru savurdu. Tekme dar bir alanda atılmış olsa da, saldırganı birkaç adım geriye savurdu.
Trenin sıkışık yapısı, hareketlerini fazlasıyla kısıtlıyordu. Bu yüzden onları uzun süre oyalanmadan alt etmenin bir yolunu bulması gerektiğini biliyordu.
Hiç tereddüt etmeden ileri atıldı. Kılıcını iki eliyle kavrayıp saldırganın göğsüne doğru hızla savurdu. Darbe, çapraz şekilde kaldırılan bir kılıçla engellendi.
Tam o sırada, Mae arkasından gelen ikinci saldırganın varlığını hissetti. Ani bir dönüşle kılıcını savurdu ve keskin çelik göğse saplandı. Adam birkaç adım geriye sendeledi, elleriyle göğsündeki yaraya dokundu.
Mae, bir kişiyi elediğini düşünüyordu. Ancak yaralı bedenin içinden sızmaya başlayan siyah dumanla irkildi. Yara hızla kapanmaya başlamıştı.
“Bu… nasıl mümkün olabilir?” diye mırıldandı.
Kutsal kan taşımayan birinin, bırak küçük bir kesiği, böyle bir yarayı iyileştirmesi imkânsızdı. Gözleri daraldı.
“Siz… nesiniz siz?”
Yine bir yanıt gelmedi.
Mae derin bir nefes aldı. Bir miktar enerjiyi damarlarından çekerek kılıcına yönlendirdi. Çelik, ışığın içinde hafifçe parladı. Yerdeki saldırgana doğru bir adımda yaklaştı ve kılıcını adamın sağ yanına doğru savurdu.
Kılıç, et ve kemiği kolayca yarıp geçti. Kan, trenin demir zeminine serpildi.
Ama o hâliyle bile, saldırgan boğazına doğru uzanarak karşılık vermeye çalıştı. İçgüdüleriyle hareket eden Mae, sol elini dönüştürerek Balle’yi oluşturdu ve karnından kan akmaya devam eden yaratığın kolunu ateşleyerek parçalara ayırdı.
Et ve kemik parçaları havada dağıldı.
Bu fırsatı kaçırmadan, kılıcını soluna çekip hızla adamın boynuna doğru savurdu. Saldırgan geri çekilmeye çalıştı ama artık çok geçti. Keskin çelik, boynunu delip geçti. Kafası gövdesinden ayrılarak yere düştü.
Kesik baştan beyaz bir duman yükselmeye başladı. Duman, ince bir sis gibi yayılıyor, havaya garip ve ekşi bir koku bırakıyordu.
Mae gözlerini kısmıştı.
Gerçek dünya bir saliseliğine yerini bulanık griye, yankılarla dolu bir ara boşluğa bırakmıştı.
Boğuk bir ses.
Sıcak ama boğuk.
Göğsünde bir ağırlık, ciğerlerinde tanıdık bir yanma...
Ve o an gördü.
Titreyen bir adam…
Yalın dizleri kırık fayanslara bastırılmıştı.
Omzundan aşağı kan sızıyor, ama bakışları yarasından değil; geçmişinden akıyordu.
İçinde kalan tek şey acıydı — sessiz, kimsesiz bir çığlık gibi.
Mae, bu hissi daha önce yaşamıştı.
İlk kez değildi bu.
Ama herkes böyle değildi.
Her ölüm bir yankı bırakmazdı geride.
Sadece bazıları.
Sadece o çok az sayıdaki travmatik vakalar.
Onlara, bu dünyanın gizli kayıtlarında “Résidu d’Âme”, ya da halk arasında bilinen adıyla “Ruh Tortusu” denirdi.
Ölen birinin ruhu, ölüm anındaki korku, pişmanlık ya da çaresizlikle maddesel dünyaya tutunursa — özellikle ruh ile işlenmiş bir silahla öldürülmüşse —
ruh, gitmeden önce son bir yankı bırakırdı.
Bu yankı, bir tortu gibi kalırdı havada.
Savaşın ortasında, ruhen hassas ya da odaklanmış biri, bu tortuya temas ettiğinde…
İçgüdüsel olarak hissederdi o yankıyı.
Bir anlık görüntü.
Bir boğuntu.
Bir çöküş sesi.
Mae’nin ruhu bu yankılara karşı fazlasıyla açıktı.
Özellikle travmatik çöküşleri taşıyan zihinlerde.
Bu da onlardan biriydi.
Savaşın içindeydi, dikkat kesilmişti…
Ve adamın çığlığı, Mae’nin içine sızmıştı.
Ama şimdi zamanı değildi.
Görüntü silindi.
Soğuk nefesini geri verdi.
Eline daha sıkı sarıldı kılıcına.
Bu döngüye alışmıştı.
Ve savaş devam etti.
Arkada duran ikinci saldırgana döndü.
“Ben arkadaşınla dövüşürken sadece izlemek… senin tarzın mı?”
Adam sessizliğini bozmadan kılıcını Mae’ye doğrultmaya devam etti.
“Doğru ya… Cesetler konuşmaz.”
Bunu derken, dört adet Balle ateşleyerek saldırganın üstüne yürüdü. Saldırgan gelen mermileri kılıcıyla savurmaya çalışırken Mae hızla sağ çaprazına yöneldi ve kılıcını boğazına doğru savurdu.
Saldırgan bu hamleyi sezmişti ama kılıçlarının arasındaki farkı bilmiyordu. Mae’nin enerjisiyle yüklenmiş çelik, karşı tarafın kılıcını kırarak yoluna devam etti. Boynuna ulaşan darbe, ikinci saldırganın da kafasını kopardı.
Baş, yere çarptığında ağzından yükselen duman diğerininkiyle birleşti.
O an... bir yankı daha.
Gözbebekleri anlık bir titremeyle sarsıldı.
Mae, havada asılı kalan acı bir iç çekiş hissetti.
Kısa, kesik bir "anne" sesi gibi geçti içinden —
Ve sonra kayboldu.
Bir Ruh Tortusu daha.
Ama artık şaşırmıyordu.
Savaşın içindeki çığlıklar, bazen susmazdı.
“Iğrenç...” dedi Mae fısıltıyla.
Sessizlik, trenin içinde derin bir perde gibi sarkıyordu.
Ama arka taraftan gelen yüksek bir patlama sesi o perdeyi yırttı. Tren sarsıldı, metal inledi.
“Ne oluyor…?”
Gözleri arka vagona kayarken, içini keskin bir huzursuzluk kapladı.
“Bir şeyler oluyor. Gidip bakmam gerek.”
Trenin tavanında kılıcıyla büyük bir yarık açtı ve çevik bir hareketle yukarı sıçrayarak, gürültüyle sallanan vagonun üstüne çıktı.
Rüzgar saçlarını savururken, etrafa yayılan enerji yüzüne çarpan soğuk bir hava gibi hissettirdi.
Etrafta yoğun bir enerji vardı.
Trenin ışıkları, çevreyi hafifçe aydınlatıyor; bu sayede kılıçlarını çekmemiş, yüzlerce kapüşonlu figürün varlığını seçebiliyordu.
Patlama bölgesinden alevlerin arasından dört güvenlik görevlisi fırladı. Yayılan dumanın içinde yere düşüşlerini izledi.
Yaralı ve bitkin olmalarına rağmen, yerden kalkıp kılıçlarını doğrultarak saldırganlarla savaşmaya devam ettiler.
“Fazla uzağa gitmemişler, yanlarına gidip ne olduğunu anlamalıyım.” diye düşündü.
Enerjisini bastırarak sessizce yaklaştı ve durumu gözlemlemeye başladı.
Savaştığı diğer saldırganlara kıyasla, güvenlik görevlileriyle mücadele edenlerin çok daha güçlü olduğunu fark etti.
Bu saldırganların saldırı ve savunmaları neredeyse kusursuzdu.
Her hareketleri ustalıkla planlanmış ve ölümcül derecede etkiliydi.
İlginçti ki, yara alsalar bile diğer saldırganlara göre çok daha hızlı iyileşiyorlardı.
Yaraları neredeyse anında kapanıyor, güçlerini yeniden kazanıyorlardı.
“Bu kadar travmatik vaka... Bu nasıl mümkün olabilir?”
Çarpışmanın beşinci dakikasında, iki güvenlik görevlisi çevreleri sarılarak öldürüldü.
Bir güvenlik görevlisinin bağırışını duydu:
“Lanet olsun! Ne yaparsak yapalım fayda etmiyor!”
Kılıçlarına enerji aktarıp saldırganların kalbine darbeler indirmeye çalışsalar da hiçbir işe yaramadı..
Güvenlik görevlileri yorulmuş, dizlerinin üstüne çöküp pes etmişti.
Mae gözlerini kısarak düşündü. “Dayanışma içinde olan travmatik vakaların olduğunu ilk defa görüyorum.”
Ruh enerjisinin derin yapısı, sadece güçlü ve yoğun ruh enerjisine sahip olanlarda ortaya çıkan bir olayı saklıyordu. Her ağır travma, bu karanlık yansımanın doğmasına yetmezdi; bu durum, ancak ruh ile güçlü bağı olan, kırılganlık ve güç arasında hassas bir dengede olanlarda yaşanabilirdi.
Bir kişi derin ve yıkıcı bir travma yaşadığında, kalbi kontrolsüzce hızlanır, bedenin ruhani enerjisi aşırı bir patlama noktasına ulaşırdı. Beyin bu ani ve yoğun enerjiyi yönetemez, ruhun parçalanmış kırık kalıntıları - ölüm anındaki duygularıyla birlikte - maddesel dünyaya sızardı.
Buna “Âme Parçacığı” denirdi.
Âme Parçacığı, ölen kişinin ruhunun en yoğun duygularını, korku, acı ve öfkeyi taşıyan kalıntılarıydı. Bu kalıntılar, özellikle ruhla işlenmiş bir silahtan ziyade, sadece yoğun ruh enerjisine sahip ve travmatik anları derinden yaşayanlarda oluşurdu. Herkeste görülmezdi; ancak böyle kişilerde, ruhun o kırılgan ve aynı zamanda güçlü yönü, gerçek dünyaya sızarak çatışmalara karanlık ve derin bir boyut katardı.
Bu kalıntılar, ölümsüzlüğe yakın, acı dolu ve insanlıktan kopmuş bir varlığın tohumları gibiydi. Onlarla temas edenler, o çığlıkları, o acı dolu yankıları duyabilir; ruhun parçalanmışlığını hissedebilirdi.
Bugüne dek bu lanetin, bu Ruh Kalıntılarının zincirini kırmak imkânsız olmuştu.
Mae, bu gerçeğin ağırlığını omuzlarında hissediyor, savaşın sadece bedeni değil ruhu da paramparça ettiğini bir kez daha anlıyordu.
Tam o anda, arkasından flörtöz bir ses duydu:
“Merhaba küçük hanım~”
Hemen arkasını döndü.
“Sen kimsin?” diye sordu.
“Aman aman, sakin ol küçük hanım~” dedi kadın.
Kılıcını iki eliyle sıkıca tutup savunma pozisyonu aldı.
Karşısında, 1.75 boylarında, uzun siyah saçlı, açık pembe gözlü, siyah ve pembe renklerde, bacak üstü yırtmaçlı ve zincir desenli çekici bir elbise giymiş bir kadın duruyordu.
Pembe inci küpeleriyle dikkat çeken kadın, yırtmaçlı elbisesinden görünen bacaklarındaki gül desenli dövmelerle etkileyiciydi.
Kadın, sakin gülümsemesini koruyarak, “Burada karşılaşmamız ne hoş bir tesadüf, küçük hanım. Bu da kaderin cilvesi mi acaba?” dedi.
O an aralarındaki gerilim tüm vagonu sardı.
“Neyden bahsediyorsun? Beni tanıyormuş gibi konuşma!”
“Tanıyoruz, hepimiz seni çok iyi tanıyoruz, Mae~”
Mae’nin adımları geri çekildi. Kalbi ansızın hızlanmıştı.
“Adımı… nereden biliyorsun?”
Zihni uğultularla doldu. Tanımadığı bu kadın, nereden sızmıştı geçmişin boşluklarına? Kutsal Aileler’in bir uzantısı mıydı? Yoksa daha derin, daha eski bir karanlığın sesi mi?
“Merak etme,” dedi kadın, dudaklarında uğursuz bir gülümsemeyle. “Seni öldürmem~”
Sözleri sanki bir şarkının mısrası gibi süzüldü. Ardından, normal kılıçlardan biraz daha kısa olan iki silahını yavaşça kınından çıkardı ve adımlarını kararlı bir zarafetle Mae’ye doğru attı.
İlk adımıyla birlikte hava değişti.
Titreşim, tenin altına sızan soğuk bir tıslamaydı. Enerjisi, bastığı zemini sarsan eski tanrıların yankısı gibiydi. Mae’nin ciğerlerine sanki taşlar oturdu; nefesi kesiliyor, zihni bulanıyordu.
‘Bu güç… benimle dalga mı geçiyor? sınırlarımı aşamam.’
Kadın usulca eğildi, gözleri Mae’nin içine işleyen bir parıltıyla daraldı.
“Küçük meyvemiz ne kadar olgunlaştı, görelim bakalım~”
Ve dans başladı.
Kadın, bir gölge gibi Mae’ye atıldı. Çift kılıcı bir rüzgarın öfkesi gibi savruldu. Mae, geri çekilerek darbeleri savuşturdu. Enerjisini düşük tutmaya çalışıyordu, ama her savunma onu geriye itiyor, her temas içindeki dengeyi bozuyordu.
“Gerçek gücünü kullan, Mae. Tutma kendini. Burada seni izleyen yok~”
Bu sözlerin ardındaki tını ürperticiydi. Davet değil, meydan okumaydı.
Mae, içsel bir kararın eşiğine geldi. Elini sıktı, kılıcına biraz daha enerji aktardı. Ruhunun derinliklerinden yükselen güç, kılıcının çevresini titreştirdi.
Bir karşı saldırı savurduğunda kadın geriye sıçradı, kısacık bir tebessümle.
“Demek karşılık vermeye karar verdin~”
“Senin gibi biri için her şeyimi vermem.”
Kadın başını yana eğdi. “Hmm~ öyle mi?”
Sözlerinin ardından, Mae gücünün bir yansımasını çağırdı. Varlığından doğan iki ruhsal kol belirdi; biri sol yanda, kalın ve ağır mavi bir kılıç tutuyordu, diğeri sağda, yeşil keskin ve ince bir kılıçla.
Kılıçlar aynı anda saldırıya geçti — biri boyna, diğeri bele yöneldi.
Kadının yüzünde bir tebessüm daha belirdi. Yere değmeden yukarıya sıçradı ve ellerinden, siyah ve pembe enerjiden oluşan spiral bir saldırı fırlattı. Enerji, iki ruh koluna çarptığında pembe dumanlar yükseldi ve eller, yok olup rüzgara karıştı.
Kadın narin bir şekilde yere indi. Zerafeti bile silah gibiydi.
Mae artık daha dikkatli olmalıydı. Ruh enerjisini kalbine yöneltti. Kalbi hızlandı, damarlarına kutsanmış bir alev doldu. Zihni berraklaştı; trenin patlamasında çıkan kıvılcımları bile hissediyordu artık.
Ve sonra bir anda — Vitesse.
Zaman eğrildi, hava büküldü. Mae, kadının arkasında belirdi. Kılıcı savurduğunda kadın, hiçbir panik emaresi göstermeden dönüp saldırıyı ustaca durdurdu.
“Mae,” dedi. “Sana her şeyini ver dedim.”
Mae’nin gözleri daraldı, nefesi sabitlendi. “Yeni başlıyoruz.”
İkisi aynı anda atıldı. Kılıçlar çarpıştı. Karanlık trenin içinde çıkan kıvılcımlar, geceye alev gibi düştü. Her darbe gözle görünmeyecek kadar hızlıydı. Kılıçlar kenetlendiğinde, bakışları birbirine kilitlendi. Nefesleri birbiriyle uyum içindeydi.
Tam o an, başının üstünde yeşil kılıcı taşıyan uzun kol belirdi. Kılıç, bir yıldırım gibi kadının başına iniyordu.
Kadın hafifçe geri çekildi, sol elini kaldırarak usulca fısıldadı:
“Disperse.”
Parmaklarından spiral şekilde yükselen pembe-siyah enerji, küçük bir döngü oluşturdu. Döngüden çıkan basınç, kılıcı parçalayarak yönünü bozdu. Yeşil kılıç, kadının omzuna zar zor dokunarak yok oldu.
Kadın gülümsedi ve hafifçe eğilerek fısıldadı:
“Bir kadını iki yönden sıkıştırmaya kalkarsan, biri seni paramparça eder.”
Tam yeniden saldırıya geçecekken, trenin gölgelerinde bir figür belirdi.
Siyah kapüşonlu, maskeli. Gözleri karanlıkta yanar gibi Mae’ye çevrilmişti.
“Hmm... tam zamanında geldin,” dedi kadın. “Yoksa karşındaki hanım yara alacaktı.”
Kadın bir anda maskelinin yanına sıçradı. Mae onun enerjisini hiç hissetmemişti. Tıpkı hiç var olmamış gibi…
Maskeli, derin ve yankılı bir kadın sesiyle konuştu:
“Bize verilen tekniklerle kutsal mührü kırdım. İçindeki eşyayı çıkardım, efendim.”
Kadın, tek kelimeyle karşılık verdi: “Ver.”
Maskeli elini uzattı. Üçgen prizma şeklinde, üstünde kapalı bir gözle birleşen gül motifi olan bir nesne verdi. Nesneye baktığında, kadının yüzü ciddileşti.
“İnsan bedeninde bunu kullanmak... zor olacak.” dedi.
Mae’nin içini öfke sardı. Dikkati dağılmıştı bu kadının! Hâlâ onunla konuşacak cesareti vardı.
“Hey! Ben buradayken başka şeylerle ilgilenme!”
Kadın hafifçe omuz silkti. “Üzgünüm ama minik savaşımız burada bitmeli.”
“Ne?! Sadece bu nesne için mi bunca insanı öldürdün?”
“Enerjini hissedince seni görmek istedim. Aslında benim için bile bir sürpriz oldu bu küçük hanım~”
Mae’nin sesi öfkeyle titredi. “Ne demek istiyorsun? Seni tanımıyorum bile!”
Kadın bir an duraksadı, sonra gülümsedi:
“Casillas’ı bulmak istiyorsun, değil mi?”
Mae’nin gözleri büyüdü. Kalbi sarsıldı.
“O... onu nereden tanıyorsun?! Kimsiniz siz?”
Kadın, gizemli bir tonda cevap verdi:
“Detaylar önemli değil şimdilik. Casillas’ı görmek istiyorsan, altı ay sonra Batı İmparatorluğu’nun başkenti Babil’e gel. O zaman her şeyi anlayacaksın.”
Mae bağırdı, sesi yankılandı:
“Sana kim olduğunu soruyorum! O nerede?!”
Kadın, elindeki prizmaya baktı. O an, prizmadaki göz açıldı. Arkasında siyah bir kapı belirdi. Kadın arkasını dönerken etrafındaki herkese seslendi:
“Çocuklar, gözlerinizi kapatın. Diğer boyutta bazı şeyler... canınızı yakabilir.”
Her saldırganın ardında siyah kapılar açıldı. Kapılardan yapışkan, uzun eller çıkıp bedenlere sarıldı. Kadın son kez Mae’ye baktı:
“Olgunlaşmış bir elma ol, Mae~”
Ve kapının içine çekildi.
“Hiçbir yere gitmeyeceksiniz!” diye haykırdı Mae.
Vitesse ile peşinden atıldı. Ama geç kalmıştı. Kadın, karanlıkla birlikte yok olmuştu.
Geriye sadece sessizlik kaldı. Ölenlerin dışında herkes... kayıptı.
Soğuk, metalik trenin içinde, rüzgârın uğultusu ve ay ışığı kaldı geriye. Mae, dizlerinin üstüne çöktü. Gözlerinden yaşlar sessizce süzüldü.
"Seni özledim...
Seni görmek istiyorum...
Casillas… bu ne demek oluyor?”
"After The Big Bang" adlı hikâyemi yazarken evreni çatır çatır ikiye bölüyordum ki… hayat dedi ki: “Hop bir dakika, şimdi senin sıçrama tahtan askeriye!”
Evet, kısa bir özetle: yazmaya ara verip memleket hizmetine koştum. Klavyeyi bırakıp tüfeği aldım diyelim. Ama şimdi? Ta taam! Geri döndüm!
Kafamda patlamaya hazır fikirler, dosyalarda tozlanmış bölümlerle beraber geldim. Önümüzdeki günlerde hem mevcut bölümleri elden geçirip cilalayacağım, hem de yepyeni sahnelerle hikâyeyi daha da parlatacağım. Epik dövüşler, mistik sırlar, bol aksiyon ve "ne oluyor be?" dedirtecek sahneler yolda!
Hikâyeyi baştan okuyanlara da, ilk defa yolumu kesenlere de şimdiden teşekkür ediyorum.
Desteğiniz hem motivasyonum hem de ruh enerjim! (Malum, bu evrende ruh gücü önemli...)
Takipte kalın, çünkü After The Big Bang evreni daha yeni başlıyor! 🚀✨
Kalemden kaçış yok!